KUR’AN'DA VE HADİSLERDE LANETLENENLER

KUR’AN VE HADİSLERDE LANETLENENLER




İkrami Berker


İÇİNDEKİLER
Önsöz……………………………………………
Giriş…………………………………………….
BİRİNCİ BÖLÜM…………………………….
Kur’an da Lanetlenenler……………………………….
İblis…………………………………………………..
Beni İsrail Yahudileri ………………………………
Lanetlenmelerinin Sebebi Hakkı Bildikleri Halde Küfrettikleri İçin…………………………………..
Lanetlenen Cumartesi Ashabı ………………………….
Ez-Cümle …………………………………………….
Kendilerine Hak Geldikten Sonra o Hakkı Gizledikleri İçin………………………………………………….
Delilleri Ve Hidayeti Gizleyenlere Allah Lanet Eder…
İndirilen Kitabı, Tevrat’ı Tahrif Edip Dinle Alay Ettikleri İçin………………………………………
Tahrif (Bozma) Şekli Hakkında Üç Suret Rivayet Edilmiştir……………………………………………
Kur’an ve Peygamber’e Takınılan Tavır…………..
Dinde Değişiklik……………………………………..
Allah Üzerlerine Dağı Kaldırdığında Allah’a Verdikleri Sözü Bozdukları İçin…………………………………..
Allah'ın Ahdini Bozdukları İçin……………………
Peygamberlerini Öldürdükleri İçin………………….
Âlemlerin Rabbi Olan Allah’a Rol Biçtikleri İçin…..
Davut (Aleyhisselam) ve İsa (Aleyhisselam)’ın Lanetini Aldıkları İçin………………………………….
Faiz Lanet Sebebidir…………………………………..
Yalancılık……………………………………………..
Ehli Nifak……………………………………
Ehli Küfür Özellikle Geçmiş Kavimlerin Kâfirleri…
Haksız Yere Adam Öldüren………………………..
Cehennem Ağaçlarından Zakkum Ağacı…………….
İkinci Bülüm………………………………………..
Hadis-i Şeriflerde Lanetlenenler……………………..
Yahudi ve Hristiyanlar ………………………………
Dövme Yapana ve Yaptırana Yüzdeki Tüyleri Alan ve Aldırana (Bayan Kuaförler) Güzellik İçin Dişlerini Seyrelten……………………………………………
Takma Saç Ekleyen ve Ekleten……………………….
Faiz Yiyen ve Onunla İlgilenen (Katip, Kefil, Şahit v.s.)……………………………………………………
Heykelcilik (Heykel Tıraşlık)………………………..
Ruhların Temsili, Öldürme Öyunu Gibi, ya da Yeme Niyeti Olamamakla Hayvanları Avlamak…………
Karşı Cinse Benzeyen ve Evlilik Sünnetini Terk Eden...
Hırsız……………………………………………….
İzinsiz Müslüman Kardeşinin Malını Yemek………….
Hayvanların Yüzünü İşaretlemek……………………
Hülle Yapana ve Kendisi İçin Hülle Yapılana (Talakı Bain ile Boşanan Kişi)………………………………….
Ölüye Ağıt Yakmak…………………………………
Kabirleri Ziyaret Eden, Bağıra Çağıra Ağlayan Kadınlar……………………………………………
Kabirleri Mescid Edinmek Kabrin Yanında Namaz Kılmak ve Kabrin Yanında Gece Kalmak İçin Kandil Yakmak……………………………………………..
Rüşvet Alan ve Rüşvet Veren………………………….
Şarap İçene Yapan ve Onunla Muamele Edene………..
Meclisin Ortasında Oturana Buradaki Mana Cuma Günleri Ön Saflara Gitmek İçin Halkın Omuzlarından Atlayana……………………………………………….
Özellikle Ehli Olmayanlara Lanete Dene ki, Lanetin Açık Delili Var. Rüzgâr ve Hayvan Gibi İnsan Olmayanlara Lanet Edene………………………….
Sidr (Arabistan Kirazı) Ağacını Kesene……………
İmamlığından Hoşlanılmadığı Halde İmamlık Edene….
Kocasına İsteksizlik Gösteren ve Ona İtaat Etmeyen Kadına………………………………………………..
Namazda Gevşeklik Edene……………………………..
Zekât ve Sadaka Vermeyene…………………………..
Arap Kabilelerinden Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e Ezitey Eden ve Harp Edenlere …………
Akrep…………………………………………..
Sevenlerin Arasını Açmak (Ayırmak)………………….
Mezar Soyucu …………………………………….
Mekke’de Haram Bölgesinde Hırsızlık Yapan…………
Özellikle Kurban Bayramı'nda, Arafe ve Teşrik Günleri Olan Hacc’ın En Büyük Günlerinde Hac İçin Telbiyeyi Bırakın……………………………………………….
Fars ve Acem Kralı kisra (Fars ve Rum)……………..
Kardeşi karşısında Kılıç ve Silahçeken ve Emniyetsiz Bir Şekilde Dolaştıran…………………………………
Kendisini Babasından Başkasına Nispet Edene……
İnsanların (Arat Mahalline) Mahremine Bakana………
Müslümanlar Arasında Tefrika Yapana Özellikle Haşimoğulları ve Muttalipoğulları Arasında…………..
Sahabeye Sövene……………………………………..
Kadına Arkadan Yaklaşan…………………………….
Bir Mümine Zarar Veren veya Hile Yapan…………..
Dünya ve İçindekiler…………………………………
İhtikâr Eden……………………………………….
Belirli Kişiler (Muayyen Şahıslar)………………
Mazluma Yardım Etmeyene……………………
Kaderi ve Kazayı İnkâr Edene………………………
Yola kaza-i Hacet Edene……………………………
Fitne ile Meşgul Olana……………………………..
Yüzüznün Kıllarını Alan veya Aldıran………………
Mürcie……………………………………………….
Allah’ın Kitabına Hakaret………………………….
Hutbeleri Süleyenler………………………………..
Yalancı Şahid……………………………………
Kulları Zorlayana…………………………………
Hayvanlara Fazla Yük Yükleyene………………..
Bedevi Yaşamı Benimsemek…………………….
Çeşitli Konular…………………………………..












وعَنْ أَمِيرِ الْمُؤْمِنِينَ أبي حَفْصٍ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ بْن نُفَيْل بْنِ عَبْد الْعُزَّى بن رياح بْن عبدِ اللَّهِ بْن قُرْطِ بْنِ رزاح بْنِ عَدِيِّ بْن كَعْبِ بْن لُؤَيِّ بن غالبٍ القُرَشِيِّ العدويِّ . رضي الله عنه ، قال : سمعْتُ رسُولَ الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقُولُ
« إنَّما الأَعمالُ بالنِّيَّات ، وإِنَّمَا لِكُلِّ امرئٍ مَا نَوَى ، فمنْ كانَتْ هجْرَتُهُ إِلَى الله ورَسُولِهِ فهجرتُه إلى الله ورسُولِهِ ، ومنْ كاَنْت هجْرَتُه لدُنْيَا يُصيبُها ، أَو امرَأَةٍ يَنْكحُها فهْجْرَتُهُ إلى ما هَاجَر إليْهِ » متَّفَقٌ على صحَّتِه.
رواهُ إِماما المُحَدِّثِين: أَبُو عَبْدِ الله مُحَمَّدُ بنُ إِسْمَاعيل بْن إِبْراهيمَ بْن الْمُغيرة بْن برْدزْبَهْ الْجُعْفِيُّ الْبُخَارِيُّ، وَأَبُو الحُسَيْنِى مُسْلمُ بْن الْحَجَّاجِ بن مُسلمٍ القُشَيْريُّ النَّيْسَابُوريُّ رَضَيَ الله عَنْهُمَا في صَحيحيهِما اللَّذَيْنِ هما أَصَحُّ الْكُتُبِ الْمُصَنَّفَة




Müminlerin emiri Ebu Hafs Ömer İbni Hattab (Radıyallahu anh), Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i şöyle buyururken işittim, dedi:
“Ameller (yapılan işler) niyetlere göre değerlendirilir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resulü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap ta Allah’a ve Resulü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”
Ahmed İbni Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi, Darekutni büyük âlimler, bu hadisle, İslaniyet’in üçte birini anlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. İmam Şafii, bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir. İmam Buhari ise, kitap yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisi şerifle başlamalarını tavsiye etmiştir.
Biz de bu tavsiyeye uygun olsun diye bu hadisi şerifle başlamayı münasip gördük.

ÖNSÖZ
Bismillahirrahmanirrahim
Âlemleri yaratan ve yaşatan, terbiye edip rızık veren, Bizleri kur’an’ın nuruyla nurlandıran, hakka hidayet edip İslam ile şereflendiren Allah’a sonsuz hamt ve senalar olsun. Allah’ın sevgili kulu iki cihan serveri ins ve cinn'in Peygamberi Hatemül Enbiya, yüce Peygamberimiz, ulu önderimiz ve tek liderimiz Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimize, onun pak ve temiz olan âline (Evladu iyaline, Ehli Beytine) ve her biri gökteki yıldızlar gibi olan Ashabına Salât ve selam, olsun.
Lanet; Allah’ın afv ve merhametinden uzak bırakılmayı ifade eder. Aynı kökten türeyen mel‘ûn ve laîn kelimeleri “kovulmuş” mânasına gelir.
Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıldığı için şeytan laîn veya mel‘ûn olarak da anılır. Lânetleme Allah tarafından olursa “dünyada iyilik ve hidayetten, âhirette lutuf ve merhametten mahrum bırakma”, insan tarafından olursa “küfür, sövme, hakaret, beddua” anlamına gelir.
Bu anlamda Bir kimseyi lanetlemek demek; hayırdan, mağfiretten, Allah’ın rahmetinden uzak kalmasını ve azaba düçar olmasını istemektir.
Allah’ın lanetine duçar olmanın ne kadar korkunç bir şey olduğu aşikârdır. Allah ümmet-i Muhammedi bu tür akıbetten korusun.
Elinizdeki bu kitap Kur’an ve Hadis-i şeriflerde lanetlenenlerin kimler olduğunu açıklamak üzere tasnif edilmiştir. Prof. Dr. Atıf el-Hindî lanetlenenlerle ilgili kur'an'daki ayetleri ve hadis kitaplarındaki hadisleri toplamış. Lanetlenmişlerin kimler olduğunu ve vasıflarını anlatan bir kitap olmaması bizi bu konuyla ilgili bir çalışma yapmaya sevketti. Biz bunu hazırlarken ayet-i kerimelere tefsirlerden Hadis-i şeriflere de ulaşabildiğimiz hadis kitaplarının şerhlerinden istifade ederek derleyip “Kur’an ve Hadislerde lanetlenenler” adıyla siz okurlarımıza takdim etmeyi arzu ettik. Bu kitap, kur’an’da lanetlenenler ve hadis-i şeriflerde lanetlenenler olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Rabbim muvaffak eylesin. Âmin!..
Gayret bizden tevfik Allah’tan.

İkrami BERKER



Giriş
Lanet Allah’ın rahmetinden kovulmaktır. Allah’tan lanetlenmişler sınıfından olmamayı ve onların yolundan gitmekten kurtulmayı niyaz ederim. O, ne güzel dost, ne güzel duaya icabet edendir. Allah’ın gazabını lanetini birbirinden ayırmak için bilmek gerekir. Çünkü gazap Allah’ın rahmetine engel değildir. Allah kime rahmet ederse onu affeder. Çünkü rahmeti gazabını geçmiştir. Bu yüzden günahlarından dolayı umutsuzluğa düşenlere ve seçkinlerin yolundan uzaklaşanlara deriz ki; Allah Kur’an da şöyle buyuruyor:
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعاً إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”
Resulü Ekrem efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e uyarak lanet lafızlarını sözlüklerimizden kaldırmamız gerekir.
عَنْ ثَابِتِ بْنِ الضَّحَّاكِ أَنَّ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ « لَعْنُ الْمُؤْمِنِ كَقَتْلِهِ وَمَنْ قَتَلَ نَفْسَهُ بِشَىْءٍ فِى الدُّنْيَا عُذِّبَ بِهِ فِى الآخِرَةِ وَلَيْسَ عَلَى رَجُلٍ مُسْلِمٍ نَذْرٌ فِيمَا لاَ يَمْلِكُ وَمَن رَمَى مُؤْمِناً بِكُفْرٍ فَهُوَ كَقَتْلِهِ وَمَنْ حَلَفَ بِمِلَّةٍ سِوَى الإِسْلاَمِ كَاذِباً فَهُوَ كَمَا قَالَ) رواه أحمد ويوجدرواية مثله لبخاري. (
Sabit b. Dahhâk (Radıyallahu anh)’den rivayete göre, Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Sahip olmadığını elde etmesi mümkün olmayan bir konuda Müslümanın üzerine adak vacip olmaz. Mümin kardeşine lanet eden onu öldürmüş gibidir. Mümin kardeşini kâfirlikle itham eden kişi de yine onu öldürmüş gibidir. Her hangi bir aletle intihar edip kendini öldüren kişiye Allah kıyamet gününde kendini öldürdüğü aletle azap edecektir.”







BİRİNCİ BÖLÜM
Kur’an da Lanetlenenler
1- İblis: İlahi emre muhalefet edip reddettiği için lanetlendi. Âlemlerin Rabbi ona Âdem’e secde etmesini emretti. O ise kibirlendi gurura kapıldı ve âdeme haset etti.
لَّعَنَهُ اللّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيباً مَّفْرُوضاً
“Allah onu (şeytanı) lânetlemiş; o da: ‘Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim’ demiştir.”
Allah onu lânetlemiştir. Allah onu kovmuş, rahmetinden, hayırdan uzaklaştırmış. O Allah’ın lânetine uğramış, Allah onu lânetleyip rahmetinden kovunca, o da Allah’a yemin ederek şöyle demiştir: Muhakkak ki senin kullarından belli bir hisse, bir nasip alacağım. Senin kullarından belli bir kesimi kendime bende edineceğim.
Lanetin esas manası uzaklaştırmaktır. “Allah şeytana lanet etti” yani onu kapısından ve merhametinden uzaklaştırdı. Binaenaleyh adını vererek İblise lanet etmek caizdir. Firavn, Hâman, Ebu Cehil gibi kesinlikle, yüzde yüz küfür üzerinde ölenlere de adlarını vererek lânet etmek caizdir. Diriler hakkında ise isim vererek lanet etmek caiz değildir. Genel olarak: “Allah kâfirlere lanet etsin”, “Allah hakkı inkâr edenlere lanet etsin” denilir, fakat şahıs belirtilerek denilmez. “O şeytan Allah’a kesinlikle senin kullarından belli bir pay edineceğim dedi...”
Bu “kullar” dan maksad kâfir kullar ile âsi kullardır. Bir haberde varid oldu. “Bin kişiden birisi Allah’ın diğerleri şeytanındır.” Müslim bir hadis rivayet ediyor: “Kıyamet gününde Allah, Âdem kuluna: Cehenneme gidenleri gönder” diye emir verir. Âdem (Aleyhisselam) soruyor: “Cehenneme gidenler kimlerdir?” Cenab-ı Hak: “Bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişidir” dedi. İşte bu hadis yukardaki tâbiri teyid etmektedir.
Burada şeytanın diğer özellikleri ve insanlara etkileri açıklanmaktadır:
a) Şeytan Allah tarafından lanetlenmiş, huzurundan kovulmuş ve rahmetinden mahrum kılınmıştır.
b) O bütün insanları değil, ancak belli bir kısmını etki altına alabilecektir. Allah Teâlâ şeytana, kullarını saptırmak için çabalama hürriyeti vermiştir. Ancak onun, kullar üzerinde cebredici bir etkisi yoktur. Rabbine samimiyetle kulluk eden müminlerin şeytandan yana bir korkuları olamaz.
c) Şeytan, İmanı zayıf, ibadeti eksik, bu sebeple aklı ve iradesi yalnız, desteksiz ve zayıf kalmış insanları doğrudan, iyiden, haktan saptırmaya çalışır, onları olmayacak kuruntularla, tatlı hayallerle oyalar, aldatır; iyi davranışlardan, faydalı uğraşlardan alıkor.
Allah şeytanı lanetlemiş, o da “yemin ederim ki, kullarından bir pay edineceğim” demişti.
Şeytan Allah'ın lanet ettiği bir varlıktır. Allah'ın lanet etmesi onu kovarak cezalandırmasıdır. Lanetin anlamının bir kısmını, A'râf sûresinin 13. Âyeti açıklamaktadır:
فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ أَن تَتَكَبَّرَ فِيهَا فَاخْرُجْ إِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرِينَ
“İn oradan, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.” İşte lanetin bir anlamı da kovulmaktır.
Haydi defol oradan! İn oradan! Çık oradan! Defol o yüce makamdan! Muhakkak ki sen kovulmuş birisin! Rahmetten tart edilmiş birisisin.
Şimdi Allah'ı bırakıp, lanetlenmiş şeytandan dilekte bulunmanın ne kadar uzak bir sapıklık olduğu anlaşılmıyor mu? Şeytan lanetlenince, yani Allah onu rahmetinden kovunca o da karşıt eylemini şu şekilde yapacağını bildirmiştir: “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim.” “Kullarından belli bir pay edineceğim”in mânası onları etkilemektir.
لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَآئِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ
“Ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.” Şeytan kovulduğunda, yani lanetlendiğinde insanları çeşitli entrikalarla etkileyeceğini ve yoldan çıkaracağını itiraf etmişti.
“Kullarından bir pay alacağım” ifadesinin bir başka mânasını da İsrâ sûresinin 64. âyeti vermektedir:
وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِم بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الأَمْوَالِ وَالأَوْلادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.”
وَإِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ
“Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!”
Sen kovulanlardan, taşlananlardansın! Ve kıyâmet gününe kadar lânet sanadır! dedi. Kıyâmet gününe kadar lânet senin üzerinedir.
Yani, Ey İblis! Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmak, kovulmak, daimi bir şekilde yakana yapışmış olacaktır ve bu kıyamet gününe kadar devam edecektir. Kastedilen, iblisin kıyamet gününe kadar lanetlenmesi, kıyamet günü ve sonrası daha şiddetli azaba duçar edilmesi de olabilir. Öyle ki bu azap ona lanetin acısını unutturacaktır.
Şüphesiz Allah Teâlâ onun peşine öyle bir lanet takmıştır ki daima ona yapışacak, kıyamet gününe kadar onun üzerine devamlı yağacaktır. Said İbni Cübeyr (Radıyallahu Anh)’den rivayete göre; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ iblise lanet ettiği zaman sureti meleklerin suretlerinden değişti ve yüksek sesle ağladı. Kıyamet gününe kadar dünyada olan her bir yüksek sesle ağlama bundandır. Said İbni Cübeyr (Radıyallahu Anh)’in bu sözünü İbni Ebu Hatim rivayet eder. İblis Allah Teâlâ’nın dayanılmaz ve önünde durulmaz Öfkesini anlayınca, Hz. Âdem ve zürriyetine karşı aşırı çekememezliğinden kıyamet gününe, yeniden diriltilme gününe kadar kendisine mühlet verilmesini istedi. Ona bu mühlet verildi.
Eğer iblise lanet etmek istersek özellikle namaz en uygun zamandır. Efdal olan ise ondan Allah’a sığınmaktır.
عَنْ أَبِى الدَّرْدَاءِ قَالَ قَامَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- فَسَمِعْنَاهُ يَقُولُ « أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْكَ ». ثُمَّ قَالَ « أَلْعَنُكَ بِلَعْنَةِ اللَّهِ ». ثَلاَثًا. وَبَسَطَ يَدَهُ كَأَنَّهُ يَتَنَاوَلُ شَيْئًا فَلَمَّا فَرَغَ مِنَ الصَّلاَةِ قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ قَدْ سَمِعْنَاكَ تَقُولُ فِى الصَّلاَةِ شَيْئًا لَمْ نَسْمَعْكَ تَقُولُهُ قَبْلَ ذَلِكَ وَرَأَيْنَاكَ بَسَطْتَ يَدَكَ. قَالَ « إِنَّ عَدُوَّ اللَّهِ إِبْلِيسَ جَاءَ بِشِهَابٍ مِنْ نَارٍ لِيَجْعَلَهُ فِى وَجْهِى فَقُلْتُ أَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْكَ. ثَلاَثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ قُلْتُ أَلْعَنُكَ بِلَعْنَةِ اللَّهِ التَّامَّةِ فَلَمْ يَسْتَأْخِرْ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ أَرَدْتُ أَخْذَهُ وَاللَّهِ لَوْلاَ دَعْوَةُ أَخِينَا سُلَيْمَانَ لأَصْبَحَ مُوثَقًا يَلْعَبُ بِهِ وِلْدَانُ أَهْلِ الْمَدِينَةِ ».رواه مسلم
Ebu Derda (Radıyallahu Anh) şöyle dedi; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ayağa kalktı (namaza durdu). Biz o'nu: “Senden Allah'a sığınırım.” derken işittik. Sonra üç defa: “Seni Allah'ın lânetiyle lanetlerim.” dedi ve sanki bir şey alacakmış gibi elini uzattı. Namazdan çıktıktan sonra biz: “Ya Resulallah gerçekten namazda Öyle bir şeyler söylediğini işittik ki bundan önce bunları söylediğini duymamıştık; hem senin elini uzattığını gördük.” dedik Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Hakikaten Allah’ın düşmanı İblis yüzüme çarpmak için bir ateş parçası ile (karşıma) geldi. Bunun üzerine ben üç defa: Senden Allah’a sığınırım; dedim. Sonra yine üç defa: Seni Allah’ın tam lanetiyle lanetlerim; dedim. Fakat o yine geri çekilmedi. Sonra kendisini yakalamak istedim. Vallahi eğer kardeşimiz Süleyman’ın duası olmasaydı, İblis muhakkak bağlı olarak sabahı boylayacak; Medine halkının çocukları onunla oynayacaklardı.” buyurdular.
2- Beni İsrail Yahudileri:
قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُم بِشَرٍّ مِّن ذَلِكَ مَثُوبَةً عِندَ اللّهِ مَن لَّعَنَهُ اللّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ أُوْلَـئِكَ شَرٌّ مَّكَاناً وَأَضَلُّ عَن سَوَاء السَّبِيلِ
De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar yapmışsa, işte bunların makamı daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır.”
İşte Allah’ın lanetlediği ve kendilerine gazap ettiği ve kendilerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı ve bir de tağuta tapan, tağuta kulluk eden kimseler. İşte bunlar mevkice daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış kimselerdir.
"Kırade" (maymunlar) ve "hanâzir" (domuzlar) yapılanların, yani görünüş ve manevî bakımlarından mesh (çirkin bir şekle giriş) denilen, bu hale getirilenlerin "ashâb-ı sebt" (cumartesi günü ehli) olduğu, bunların gençlerinin maymun, ihtiyarlarının da domuz kılığına konulmuş bulunduğu söyleniyor ki, geçmiş ümmetlerde ve özellikle İsrailoğullarında böyle mesh (başka bir hayvan kılığına çevrilme) ler bilinmektedir. Ve kuran da bunu كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ “Alçak maymunlar olun” ifadesiyle bildirilmektedir.
Âyette, lanetten gadaba (kızmaya), gadaptan (kızmadan) mesh (hayvana döndürmey)e, meshden tağuta ibadete (şeytana kulluğa) doğru giden beyan silsilesi gösteriyor ki, bunların hepsinin toplamı değil, her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde en aşağısı lanet, en yukarısı da tağuta tapmaktır. Demek ki tağuta tapmak, bunların hepsini gerekli kılan bir şer başlangıcıdır. Bunlar önce melun olur, Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılırlar. İkinci olarak uzaklaştırılmakla kalmaz Allah’ın gazabı başlarına çöker, elemler ve belalar içinde kıvranırlar. Üçüncü olarak maymun gibi bir insan taklitçisi, kararsız, değişken, sahtekâr, bir bakıma zeki, insanın her yaptığını derhal taklit eder, fakat gerçekte ne yaptığını bilmez, taklid derdiyle her felakete atılır, sevkedilir, gayet çirkin, suratsız bir maskaralık örneği veya domuz gibi canavar, boynu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her kötülüğü yapar, her pisliği yer, derisi bile tabaklama kabul etmez, çirkin, nefret edilen, kahredilmiş bir cinayet ve alçaklık timsali olur giderler.
Tağuttan maksat, Allah'a eş tutulan putlardır. Şeytanın ibadetine davet ettiği her şey ve Allah’tan başka ibadeti yapılan her şey Tağuttur.
İbni Cerir ve İbni Ebi-Hatim, Es-Sevri’nin hadisinden Ebi İshak’tan, Hasan bin Kaid el-Abbasi’den, Hz. Ömer’den benzerini rivayet etmişlerdir. Hz. Ömer’in Tağut hakkında “o cidden kuvvetli bir şeytandır” demesinin manası; onun bütün şerri kapsamasından ileri geliyor.
İbni Cerîr et-Taberî’nin tarif ettiği gibi, Allah’a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir.
Zemahşeri’ye göre şeytan veya putlar; Hâzin’e göre şeytan, sihirbaz, kâhin, Allah’tan başka tapılan, insanı azdıran her şey; İbni Abbas’a göre şeytanın emri, putlara tapınmadır. İnsanı Allah’tan ve kendi insanlığından uzaklaştıran (ateist felsefe ve benzeri de dâhil) her şey tağut kavramının kapsamına girmektedir.
Râzi tefsirinde, tağut kelimesinin köküyle ilgili izahları zikretmektedir. Tağut, haddi aşmak, azmak, manasına gelen (tağâ) dan türemiş olup azgın, sapık, şeytan manalarını ifade etmektedir. İnsanı azdıran, saptıran ve yoldan çıkaran her şey tağut kavramının kapsamındadır.
Tâğut kelimesinin şer’i manası ise; Allah ve Resulü’nün belirlediği ölçülerin dışına çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak insanların Allah kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya zorlayan ve böylece haddini aşan kişi, sistem ya da program tağuttur.
Allah’a karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine ibâdet ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi tağuttur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının önüne geçirilip, onları putlaştırıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık Firavun gibi, Nemrut gibi tağuttur.
İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten men eden, yani din eğitimini yasaklayan her program, her sistem tağuttur.
Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, kitap ve sünnete müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirleyen herkes tağuttur.
Allah’a ve Allah’ın emirlerine isyan edip, kendi kendine uyup, kendi hevâsını, kendi düşüncesini ve aklını putlaştırıp, kendi kendisini mâbud yapmış kişi de tağuttur.
أَفَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Kendi hevâ ve hevesini İlâh edineni görmedin mi?...”
Kendi hevasını, havasını putlaştırıp arzuları ve keyifleri istikametinde bir hayat yaşayarak Allah’ın kitabına ve Resulü’nün sünnetine karşı müstağnî davranan, ihtiyaçsız ve eyvallahsız davranan kişi de tağuttur. Malına, makamına, çevresine, kredisine güvenerek kendi kendine yeteceğine zanneden; ben bana yeterim. Benim malım, mülküm, makamım, koltuğum, çevrem, kredim var. Benim hiç kimseye ve hiç bir şeye ihtiyacım yoktur. Kitaba da, sünnete de, dine de, diyanete de ihtiyacım yoktur. Ben kazanmayı bilirim. Ben harcanacak yerleri bilirim. Ben hangi mesleği seçeceğimi bilirim. Ben çocuklarımı nasıl eğiteceğimi pekâlâ bilirim. Ben hayatımı nasıl yaşayacağımı bilirim. Başka hiç bir şeye ihtiyacım yoktur, diyerek kendisini putlaştıran insan da tağuttur.
قَالُوا يَا وَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا طَاغِينَ “Dediler ki eyvah! Meğer biz tâğutluk etmişiz!”
Eyvah bize. Yazıklar olsun bize ki; biz tağutluk etmişiz. Biz yapacağımız işler konusunda Allah’ı ekarte etmişiz. Biz hayat programımızı Allah’a sormadan Allah’ın kitabına, peygamberin sünnetine sormadan kendimiz çizmeye kalkışmışız. Biz hayata kendimizin etkin olduğunu sanmışız. Ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız. Hayatın programını kendimiz belirlemeye kalkmışız. Ve böylece tâğutluk yapmışız diyorlar. Vallahi bizler adına gerçekten çok korkunç.
Lanetlenmelerinin sebebi hakkı bildikleri halde küfrettikleri için:
وَقَالُواْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلاً مَّا يُؤْمِنُونَ وَلَمَّا جَاءهُمْ كِتَابٌ مِّنْ عِندِ اللّهِ مُصَدِّقٌ لِّمَا مَعَهُمْ وَكَانُواْ مِن قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُواْ فَلَمَّا جَاءهُم مَّا عَرَفُواْ كَفَرُواْ بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّه عَلَى الْكَافِرِينَ
(Yahudiler peygamberle alay ederek) "Kalplerimiz perdelidir" dediler, hayır, Allah inkârlarından dolayı onları lanetlemiştir. Onların pek azı inanırlar.. Vaktâki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitap geldi ki onlar bundan önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi, bildikleri gelince onu inkar ettiler. Allah'ın laneti, inkâr edenlerin üzerine olsun.”
Kalplerimiz kılıflıdır. Kalplerimiz örtülüdür bizim! Biz anlamıyoruz! Anlayamıyoruz senin ne dediğini! Bizi neye çağırdığını, bize nasıl bir mesaj ulaştırdığını, bizi nasıl bir hayata çağırdığını bizler anlamıyoruz, anlayamıyoruz! Bizim kalplerimiz örtülüdür, bizim kalplerimiz kılıflıdır diyorlar. Dinlemek istemiyorlar, anlamak istemiyorlar, duymak ve görmek istemiyorlardı alçaklar, kalplerinin kılıflı olduğunu söyleyerek hem peygamberle alay ediyorlar, hem de kendilerini çok alçak bir hayata indirgemek istiyorlardı. Kalbimizde kılıf var, kalbimiz örtülüdür bizim diyorlardı.
Onlar kalplerinin ilimle dolu olduğunu ve ayrıca bir başka bilgiye muhtaç olmadıklarını iddia ettiler. Nitekim Tevrat’ın bilgisinin kendi yanlarında olduğunu söyleyerek böbürleniyorlardı. Bizim kalplerimiz kılıflı, yani mühürlüdür dediler. Bununla Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in davetine ve Kur’an’ın irşatlarına karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları dinlemeye, anlamaya yanaşmak niyetinde olmadıklarını alay ve küçümseme ile söylemek ve ilahi hidayete ihtiyaçları olmadığını iddia etmek suretiyle akıllarınca iftihar etmek istediler.
Hayır, işin aslı öyle değil, belki küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı,
خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ
“Allah onların kalplerini ve işitmelerini (kulaklarını) mühürlemiştir, gözlerine de perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır." Ayetinin hükmü tecelli eyledi. Onun için bunlar az, pek az iman ederler.
Mesele onların iddia ettikleri gibi Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in davetine ve Kur’an’ın irşatlarına ihtiyaçları olmadığı için değildir. Aksine kalbleri lanetlenmiş ve mühürlenmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Nisa suresinde onlar hakkında şöyle buyurur:
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِم بَآيَاتِ اللّهِ وَقَتْلِهِمُ الأَنْبِيَاء بِغَيْرِ حَقًّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً
“Sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, peygamberlerini haksız yere öldürmeleri, kalplerimiz perdelidir demelerinden ötürü, evet küfürlerine karşılık Allah kalplerini mühürledi. Onun için bunlardan ancak pek azı iman eder.”
Allah’ın lâneti onların üzerine olsun. Oldu da zaten. Çünkü bu insanlar Allah’ın davetiyle karşı karşıya oldukları halde, Allah’ın kitabıyla karşı karşıya bulundukları halde, peygamberin davetini ellerinin tersiyle itmişlerdir.
Yüce Allah, onların bu duyarsızlığının asıl sebebinin, tabiatlarında böyle bir kavrama ve anlama kıtlığı bulunması veya dinlerine bağlılıkları olmadığını; tam tersine, öteden beri peygamberleri ve onlara indirilen ilâhî hakikatleri inkâr etmeleri, böylece inkârcılığın kendilerinde adeta bir alışkanlık ve huy halini alması yüzünden Allah’ın rahmetinden mahrum kaldıkları için bu şekilde Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in tebliğ ettiği ilahi hakikatlere karşı kapalı hale geldiklerini belirtmektedir.
(İnkar etmeleri sebebiyle Allah onları lanetledi). Demek ki ilahi lanet, kulun inkârından sonra gelmektedir,
الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.”
Öz oğullarını tanıdıkları gibi, Peygamberi tanıyan insanların içlerindeki bu bilgiyi gizlemeleri, affedilecek ve mazur görülecek bir davranış değildir. Tanıdığı halde ‘tanımıyorum’, anladığı halde ‘anlamıyorum’, bildiği halde ‘bilmiyorum’ diyen kimse, önce kendi kendini inkâr etmiş demektir. İşte bu tutarsızlık, peşinden Allah’ın lanetini getirmiştir. Bu zihinsel çarpıklığın cezası hakkında şöyle buyrulmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan âyetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet ederler.”
Demek ki hakikati ve doğru yolu gizlemek, ilahî lanete sebep olmaktadır. İşte bu nedenle Bakara/88'deki küfrün ne anlama geldiği ve küfürlerine karşılık, onlara gelen ilahî lanetin bir zulüm olmadığı ortaya çıkmaktadır.
بَل لَّعَنَهُمُ اللَّه بِكُفْرِهِمْ “Küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi” ifadesinin bir benzeri de Nisa suresinde bulunmaktadır:
بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ “Allah onların kalplerini küfürleri sebebiyle mühürledi.”
Bu ayetler, birbirini tefsir etmektedir. Burada Allah'ın laneti, onların kalplerini mühürlemek suretiyle vuku bulmuştur. Lanetlemekle mühürlemek birbirine çok yakın manalar taşımaktadır. Kalplerin mühürlenmesi, laneti tefsir etmektedir. Çünkü lanet, genel bir eylemi ifade eder.
Allah’ın onlara lanet etmesinin diğer bir nedeni de, Allah’a verdikleri sözde durmamalarıdır. Başka bir ifadeyle, verdikleri sözü inkâr etmeleridir.
Bakara/83-84’te, Allah’ın İsrail oğulları’ndan bazı konularda söz alıp onlarla antlaşma yaptığı ifade edilmiştir. Bu antlaşmalarını yerine getirmemeleri de bu lanette rol oynamıştır.
Allah’ın lanetine sebep olan inkârın içinde, verdiği sözü tutmamak da bulunmaktadır. Nisa/155 ayetine göre, “Kalplerimiz kilitlidir” sözü de lanet için bir nedendir.
Yahudilerin çoğu Hazret-i Muhammed'in son peygamber olduğunu – evlâtlarını tanıyıp bildikleri gibi – biliyorlardı. Fakat imân etmedikleri için ilâhî gazaba çarpılıp gittiler.
Lanetlenen Cumartesi Ashabı
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ آمِنُواْ بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُم مِّن قَبْلِ أَن نَّطْمِسَ وُجُوهاً فَنَرُدَّهَا عَلَى أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ وَكَانَ أَمْرُ اللّهِ مَفْعُولاً
Ey Ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden yahut onları, cumartesi adamları gibi lânetlemeden önce, size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitap’a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
Cumartesi ashabı: Hile yoluyla cumartesi günündeki avlanma yasağını çiğneyenler demektir.
Hz. Davud (Aleyhisselam) devrinde Akabe’de balıkçılıkla geçinen İsrailoğullarının, dinleri gereği cumartesi günleri tatil yapmaları, ibadetle meşgul olup başka bir iş yapmamaları gerekiyordu. Özellikle cumartesi günleri kıyıya doğru akın eden balıkları görünce bu hürmeti çiğnediler, hîle ile avlanmak suretiyle sebt (cumartesi) günleri hakkında haddi aştılar, ilahi yasağa uymadılar, cumartesi günleri kıyıya akın eden balıkarı avlamak için sahillere havuzlar yapmışlardı. Deniz kabarınca suyla beraber balıklar da havuzlara girerdi. Havuzların kapaklarını kapatırlar, cumartesi günü deniz suyu çekilirken balıklar havuzdan çıkamayıp kalırlardı ve Pazar gününde tutarlardı. Böylece cumartesi günleri de balık avlamaya devam etmiş oldular. O yüzden ilâhî lanete lâyık görüldüler. Maymun ve domuz haline getirildiler. Hikâyeleri geniş olarak A’raf suresinde anlatılmaktadır.
Ez-Cümle
Eğer iman etmezlerse yine yüzsüz ataları gibi yüzlerinin silineceği ve maymun karakterine bürünecekleri bildiriliyor. Ve gerçekten yüzsüzlükte dünya birincisidirler.
Maymunlaşmaya gelince, huyları da aynen maymun. Afrikada avcılar maymun avlamak için ağzı dar çömlek içine fındık koyup ormana bırakırlarmış. Maymun gelir çömleğin içine elini uzatır fındığı avuçlarmış. Elinin içi dolu olunca çömleğin ağzından çıkmazmış. Maymun da fındığı sevdiğinden bırakamazmış ve avcı onu yakalarmış.
İşte Yahudi de aynı. Altını, dirhemi, dinarı yani parayı görünce dayanamayıp atlıyor. Ama her asırda onu yakalayan Buhtunnasırlar çıkıveriyor.
Yahudiler cumartesi gününün görevlerine riayet etmedikleri için taklitçilikten kurtulamadılar. Müslüman Türkler de batının isteğine uyarak cumayı değiştirdiklerinden taklitçilikten kurtulamadılar.
"Yalnız cumadan ne olur?" demeyin. İnsanın şahsiyeti en küçük tavizle yıpranır. Vücuda giren küçücük mikrop gibidir taviz.
Kendilerine hak geldikten sonra o hakkı gizledikleri için:
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِن بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَـئِكَ يَلعَنُهُمُ اللّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ
İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan ayetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet ediciler lanet eder.
Delilleri Ve Hidayeti Gizleyenlere Allah Lanet Eder:
İbni İshak İbni Abbas’dan rivayet etti: “Beni Seleme’den Muaz b. Cebel, Beni Eşhel’den Sad b. Muaz, Beni Haris’den Harice b. Zeyd gidip Yahudi hahamlarından Tevrat’ta bulunan Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile ilgili buyruklara dair soru sordular. Hahamlar onların sorduklarına bildikleri halde cevap vermediler. Bunun üzerine Cenab-ı Allah bu ayeti indirdi.
Hidayeti Gizleyenler; İbni Abbas, Mücahid, Hasan el-Basri, Katade, Rebi’, Süddi ve Esam bunların Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu söylemişlerdir.
Zemahşeri, Razi, Nesefi ve Hazin de, açık delilleri ve hidayet yolunu gizleyenlerin Yahudi âlimleri olduğunu söylemektedirler. Onlar, Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Tevrat’taki sıfatlarını gizlemişlerdi.
Kur"an-ı Kerim, Kitap Ehli’nin (Yahudi ve Hristiyanların) Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e karşı inat, ona düşmanlık etmelerini, özellikle de Yahudi ilim adamları ile hahamlarının bu doğrultudaki tavırlarını, öz oğullarını tanıdıkları gibi peygamberi tanımalarına rağmen bile bile hakkı gizlemelerini dile getirmektedir.
Burada sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına mani olmayacağından, ayetin hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip, söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır. Şüphesiz ki, “Hakka karşı susan dilsiz şeytandır.” şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur.
Bu ayet-i kerime dünya ve ahiretleri ile ilgili olarak insanların bilmek ihtiyacını duydukları gizlenen her bilgi ve bunu gizleyen her kişi hakkında geçerlidir. Yüce Allah’ın insanlara açıklanmasını farz kıldığı ilmi gizlemek bu kabildendir.
“Onlara her lanet edici lanet ederler” Nasıl, bilgin kişiye; denizdeki balık, havadaki kuş dâhil olmak üzere her varlık mağfiret dilerse, bildiklerinin aksine hakikati gizleyenlere de her şey lanet eder. Müsned bir hadiste Ebu Hüreyre ve diğerlerinden nakledilir ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: Kime bir bilgi sorulur da o kimse bildiğini gizlerse kıyamet gününde ateşten bir gemle gemlenir.
İbni-Mace; Bera b. Azip kanalıyla şöyle rivayet etti:
“Bir cenazede Resulüullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraber bulunuyorduk. Buyurdular: “Kâfirin iki kaşları arasına (alnına) insan ve cinden başka her canlının işitebileceği tarzda şiddetli bir darbe vurulur. O sesi işiten her canlı o, kâfire lanet okur. İşte bu “Onlara her lanet edici lanet ederler” ayetinin manasıdır” dedi.”
Buradaki lanet edenlerden yeryüzündeki canlılar kasdedildi. Yeryüzünde kuraklık başgösterince hayvanlar; “Konuşmaz canlılar Âdemoğullarının fasıklarına beddua ederler. (Zira onların kötülükleri buna sebep olmuştur).” Abd b. Humeyd “Haşarat dahil her şey onlara lanet eder..” dedi.
Yine bu hususta Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: “İnsanlar ‘Ebu Hüreyre çok hadis rivayet ediyor’ diyorlar. Şayet, Allah Teâlâ’nın kitabındaki şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim. Ebu Hüreyre bu ayeti ve bundan sonra gelen ayeti okumuş ve devamla şöyle demiştir: “Muhacir kardeşlerimizi çarşılardaki alış veriş meşgul ediyordu. Ensardan olan kardeşlerimizi ise malları üzerindeki çalışmaları meşgul ediyordu. Ebu Hüreyre ise karın tokluğuna Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den ayrılmıyordu. O, onların hazır bulunmadığı yerlerde hazır bulunuyor ve onların ezberlemediklerini ezberliyordu.”
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
(Ayetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerinedir.
Bu ayette Allah’ı ve onun indirdiği ayetleri ve onun gönderdiği Peygamberleri inkâr eden, gizleme tarafına giden kişilerden bahsediliyor. “Küffarın” Türkçe karşılığı gizleyen manasınadır. Küfretmek Arabın dilinde gizlemek manasına geliyor. Yani bu adamlar aslında Allah’ın varlığını biliyorlar, birliğini de biliyorlar. Fakat çıkarlarına ters düştüğünden dolayı bilmemezlikten, görmemezlikten geliyorlar. Onun için kâfir kelimesi bunlara kullanılmıştır.
Kâfir olanlar, kâfir olarak da ölenler, işte onlara Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti vardır. Allah’ın laneti, meleklerin laneti ve bütün insanların laneti onlar üzerinedir.
Kıyamet gününe kadar art arda gelen lanet onlaradır, sonra da azap hiç hafifletilmeyecek olan cehenneme yâr olacaklardır. Onun içinde ebedi kalacaklardır.
İnkârından vazgeçmeyip öyle ölenler, ebediyen lanetin içinde kalırlar. O lanette ebedi kalıcıdırlar. Onlardan azap hafifletilmez ve yüzlerine de bakılmaz. Bir an bile onların durumu değişmez. Sürekli olarak art arda gelen azap içerisinde kıvranırlar. Bu halden Allah’a sığınırız. Ebu'l-Âliye ve Katâde derler ki; Kâfir kıyamet gününde durdurulur ve ona önce Allah, sonra melekler, sonra da bütün insanlar lanet ederler.
Hatası üzerinde ısrar edip hakkı kabul etmek hususunda inat gösteren, Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’inden ve peygamberi Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vasıtasıyla yaptığı davetinden yüz çeviren, ölünceye kadar hakkı değiştirip tahrife devam eden kimse ve benzerleri; işte bunlar Allah’ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerdir. Bundan dolayı Allah’ın lanetini, gazabını, meleklerin ve bütün insanların lanetini hak etmişlerdir ve Cehennemde daimi ve ebedi olarak kalacaklardır. Azapları hafifletilmeyecek, onlara süre tanınmayacaktır. Onlar cehenneme girinceye kadar devamlı olarak bu kapsamlı lanet içerisinde kalmaya devam edeceklerdir. Kâfirler olarak öldükleri için de cehennem azabında da ebediyen kalacaklardır.
Bakara 159. ayet-i kerimede Allah lanet eder. Lanet edebilen her şey ona lanet eder. Kimdir bu lanet edenler? Hani burada zikredilmeyen cinler vardır. Onlar lanet eder. Hayvanlar lanet eder, nebatat lanet eder, denizdeki balıklar, havadaki kuşlar herkes, her şey ona lanet eder.
Onun için Allah (cc), Allah’ın ayetlerini gizleyenlerin cürmünün, Allah’ın ayetlerini inkâr edenlerinkinden fazla olduğuna işaret ediyor bu ifadeyi kullanmakla.
Orada ebedi kalırlar, azapları hafifletilmez, onlara bakılmaz da diyor. Yani onların azapları hafifletilmez. Ve burada da Allah (cc), o kâfir olanların Cehennemde ebedi olduklarını ve onların yüzlerine de bakılmayacağını, bakılmayacağından kasıt rahmet nazarıyla bakılmayacağıdır, yani orada hiçbir şekilde onlara serinlik verilmeyecek ve rahatlatıcı hiçbir haber veya görüntü de onlara gösterilmeyecektir.
Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerden, Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Peygamberliğini inkâr eden ve bu inkârlarıyla kâfir olarak ölenler var ya, Allah’ın meleklerin ve bütün insanların laneti işte bunların üzerinedir. Allah onları rahmetinden kovar. Melekler ve bütün insanlar da, Allah’tan, onları rahmetinden uzaklaştırmasını dilerler.
Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: “Âyet-i kerimede, kâfir olarak ölene bütün insanların lanet okudukları zikredilmektedir. Hâlbuki insanların çoğu kâfirdir. Kâfirler, kâfir olarak ölenlere nasıl lanet edeceklerdir?” Cevaben denilir ki: “Mesele öyle değil. Mesele hakkında çeşitli görüşler zikredilmiştir:
Katade ve Rebi' b. Enes’e göre burada ifade edilen “Bütün insanlar” dan maksat, müminlerdir.
Ebu Aliyeye göre ise bu lanetleme işi ahirette olacaktır. Öyle ki kâfirler teşhir edilecek ve böylece bütün insanlar onlara lanet edeceklerdir.
Süddi’ye göre ise buradaki ifadeden şu kastedilmektedir: “Her insan, “Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun.” der. Böylece kâfir olarak ölen de “Zalimler” ifadesine dâhil olduğundan o da lanetlenmiş olur.
Taberi bu son görüşü tercih etmiş Ebul Âİiye’den nakledilen görüşün de bununla bağdaştığını söylemiştir. Zira Allah Teâla kıyamet gününde, kâfir olarak ölenleri gören herkesin onlara lanet edeceklerini zikretmiş ve buyurmuştur ki:
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أُوْلَـئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الأَشْهَادُ هَـؤُلاء الَّذِينَ كَذَبُواْ عَلَى رَبِّهِمْ أَلاَ لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ
“Yalanlar uydurup Allah’a nispet edenden daha zalim kim olabilir? İşte onlar, rablerinin huzuruna çıkarılacaklardır. Şahitler: ‘Bunlar, rablerine yalan nispet ettiler.’ diyeceklerdir, İyi bilinmelidir ki, Allah'ın laneti zalimleredir.”
Onlar, kendilerini cehenneme sokacak o lanetin içinde ebedi olarak kalacaklardır. Azapları daimi ve ebedidir. Hafifletilmez ve hiç kesintiye uğratılmaz. Onlara, ileri sürecekleri bir mazeretten dolayı mühlet de verilmez. Devamlı kalacakları ve azaplarının da hafifletilmeyeceği zikredilmektedir. Bu hususta başka ayetlerde de şöyle buyrulmaktadır:
وَالَّذِينَ كَفَرُوا لَهُمْ نَارُ جَهَنَّمَ لَا يُقْضَى عَلَيْهِمْ فَيَمُوتُوا وَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُم مِّنْ عَذَابِهَا كَذَلِكَ نَجْزِي كُلَّ كَفُورٍ
“İnkâr edenlere ise cehennem ateşi vardır. Onların ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onların cehennem azabı da hafifletilmez. Biz, her kâfiri işte böyle cezalandırırız.”
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُواْ الْعَذَابَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا
“Ayetlerimizi inkâr edenleri, ilerde cehennem ateşine atacağız. Derileri yandıkça, azabı (alsınlar diye onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.” buyrulmaktadır: İzahı yapılan bu ayette: وَمَا كَانُواْ إِذًا مُّنظَرِينَ “Onlara mühlet de verilmez” buyrulmaktadır. Bu ifadeden kâfir olarak ölüp lanete uğrayanların mazeretlerinin dinlenilmeyeceği ve mazeretleri dinlenene kadar dahi mühlet verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Nitekim bu hususta başka ayeti kerimelerde de şöyle buyrulmaktadır. فَهُمْ لَا يَنطِقُونَ “O gün onlar konuşamazlar.” وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِّلْمُكَذِّبِينَ “O gün, yalanlayanların vay haline.”
أُوْلَـئِكَ جَزَآؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
İşte onların cezaları, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onların üzerlerindedir.
Hidayetten mahrum kalan bu zalimlerin cezası: Allah’ın, Meleklerin ve bütün insanların lanetine uğramalarıdır. Cehennemde ebedi kalmalarıdır.
Kendi nefsine bunlardan daha çok yazık eden kimse yoktur. Bunlar Allah’ın rahmetinden kovulmuşlardır. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir. Allah’ın rahmetinden kovulmaları için melekler ve bütün insanlar onlara lanet etmektedirler. Onlar cehennemde temelli kalıcıdırlar. Azapları hafifletilmez. Kendilerine süre tanınıp cezaları ertelenmez.
Bunların cezası Allah’ın, meleklerin ve insanların gazabına uğratılmaları, O’nun rahmetinden kovulmaları ve üzerlerine lanetlerin yağdırılmasıdır. Bunlar dünyada ve ahirette Allah’ın rahmetinden kovulmaları için kendilerine beddua edilmesine müstahak oldular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
إِنَّمَا اتَّخَذْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا مَّوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُم بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُم بَعْضًا وَمَأْوَاكُمُ النَّارُ …
“Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (geldiğinde) ise, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer cehennemdir.”
Onlar bu lanet halinde yahut cehennemde ebediyyen kalacaklardır. Çünkü laneti hak edenin cezası cehennemdir. Bunların azabı tek bir an dahi hafifletilmez. Açıklayacakları bir mazeret için de onlara süre tanınmaz.
“Bütün, hepsi” anlamına gelen ecmaîn kelimesi mealinde olduğu şekilde “insanlar”a bağlanabileceği gibi “Allah, melekler ve insanlar”a da bağlanabilir. Bu takdirde mana şöyle olur: “İşte onların cezası hem Allah’ın hem meleklerin hem de insanların lanetine uğramalarıdır,” “Bütün İnsanların laneti” şeklindeki manaya, lanetlenenlerle aynı yolda bulunanları da lanetleyenler arasına kattığı gerekçesiyle itiraz edilmiş ve buna karşı değişik açıklamalar yapılmıştır.
Allah’ın laneti onları rızasından ve ahiret nimetlerinden yoksun bırakıp ağır cezalara çarptırması, meleklerin ve insanların laneti ise onları kötülükle anmaları şeklinde açıklanmıştır. Bu ve benzeri ayetlerden bazı Zeydiyye müfessirleri belirli olsun olmasın kâfirlere lanet okunmasının caiz olduğu sonucunu çıkarmış ve Nevevî hadislerin zahirinden bunun haram olmadığı anlamının çıktığını söylemiştir. Bazı hadislerde müminin kimliğini belirleyen özellikler sayılırken, lanetkâr olmanın mümine yaraşmayacağının ifade edilmesi de bu anlayışı destekler.
Bu ayetin nüzul (iniş) sebebi hakkında müfessirler farklı rivayetler nakletmektedir. Bu rivayetlerden de Yahudiler hakkında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerden çıkarılan genel bir mana olarak burada şunu söyleye biliriz. Sahip olduğu üç değerden: iman, şehadet ve ilim’den sonra, inkâra sapmak bir zulümdür ki;
Kitap ehlinin iman ettiği Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in vasıfları yer almaktaydı. Kitaplarının müjdelediği Peygamber gelince hem peygamberi, hem de ona gelen vahyi inkâr ettiler ki; bu, kendi kitaplarını da inkâr etmek demekti. Onun için önceki ayette, (imanlarından sonra) buyrulmaktadır.
Diğer taraftan Hz. Peygamber’i bizzat gördüler ve onun hak olduğunu anladılar. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu bildikleri halde, inkâr ettiler. Hem kitaplarındaki ayetler, hem de fiili gözlemleri Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in elçiliğinin hakikatini ispat ediyordu. Bunlardan başka, hakikatin bütün kanıtlan da ellerindeydi. Vahiy, müşahade ve mucizeler onların iman etmesine veya imanda sebat etmelerine yetmedi.
Vahiy, müşahade ve delillere rağmen imandan küfre sapma (irtidat) eylemi ayetin bu kısmında zulüm olarak nitelendirilmektedir. Bir şeyi layık olduğu yere koymamak anlamına gelen zulüm burada vahye, müşahade ve delillere layık oldukları değeri vermemeyi ifade etmektedir; yani vahyin, müşahade ve delillerin gerektirdiği imanın hakkını çiğnemektir. Böyle bir zulüm, insan gönlünü kirletmekte ve insanın manevî ışığını söndürmektedir. Kirli ve karanlık bir gönül Allah’ın rehberliğinden mahrum kalmaya mahkûmdur.
Onların cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğramaktır. Allah Teâlâ, iman ettikten, peygamberin hak olduğuna şahit olduktan ve kanıtlar kendisine geldikten sonra küfre sapan kimselerden hidayetini esirgemektedir. Ayrıca Bu ayette de belirtildiği üzere “Allah’ın, meleklerin ve bütün erdemli insanların laneti onların üzerine olacaktır.
Allah’ın böyle zalim bir toplumdan hidayetini esirgemesi, modern toplumlardaki ambargo uygulamasına benzer. Bir toplumun diğerine ambargo uygulaması büyük bir caydırıcılığa sahiptir. Hidayetin esirgenmesinin ve lanetin çok ağır bir ceza olduğu muhakkaktır.
Bu ayet, lanet azabını tanımlamaktadır. Buna göre lanet azabı, hafifletilmeyen ve mühlet verilmeyen bir azaptır. Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanet ettiği kimse, hafifletilmeyecek ve mühlet verilmeyecek bir azap içinde kalmaya mahkûm edilecektir.
أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمُ اللّهُ وَمَن يَلْعَنِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ نَصِيراً
“Bunlar, Allah'ın lânetlediği kimselerdir; Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lanetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.”
Allah kâfirlere lânet ediyor. İşte bunlar Allah’ın rahmetinden kovduğu, uzaklaştırdığı kimselerdir. Allah kime lânet edip de merhametinden mahrum etmişse artık ona kim yardımcı olabilir? Kim onu Allah’ın gazabından, azabından kurtarabilir?
İbni İshâk der ki: Bize Muhammed İbni Ebu Muhammed’in... İbni Abbas’tan rivayetine göre; o şöyle demiştir: Kureyş, Ğatafan ve Kurayza oğullarından toplulukları (müslümanlara karşı) kışkırtanlar Hüyey İbni Ahtab, Selâm İbni Ebu Hukayk, Ebu Rafi’, Rebî’ İbni Ebu Hukayk, Ebu Ammar, Vahuh İbni Âmir, Hevze İbni Kays idiler. Bunlardan Vahuh, Ebu Ammar ve Hevze Vail oğullarından olup diğerleri Nadir oğullarındandı. Bunlar Kureyş’e gelince Kureyşliler: Bunlar Yahudilerdir, ilk kitapları bilenlerdir. Onlara sorun bakalım, sizin dininiz mi yoksa Muhammed’in dini mi daha hayırlıdır? dediler. Kureyş’in kendilerine sorması üzerine; onlar da şöyle dediler: Bilakis sizin dininiz onun dininden daha hayırlıdır. Siz ondan ve ona uyanlardan daha doğru yoldasınız. Bunun üzerine Allah Teâlâ da: “Yoksa Allah’ın bol nimetinden verdiği insanları mı çekemiyorlar?” ayetine kadar olmak üzere kendilerine kitap verilmiş olanların puta ve tağut’a inanıp, küfredenlere: Bunlar müminlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?” Nisa suresinin 51-53 ayetlerini indirdi.
Bu; onlara bir lanet olup, onların ne dünyada, ne de ahirette yardımcıları olmadığını haber vermektir.
Lanet okumak, ancak yüzde yüz kâfir olarak öldüğü bilinen kimseler için caizdir. Tüm kâfirlere lanet okunabilir. Kızarak bir kimseye lanet okumak haramdır. Hadîsi Şerif de: “Kişi birisine lanet okuduğunda lanet uçup gider. Eğer lanetlenmiş adam lanete müstahaksa, onun başına konar. Aksi takdirde dönüp okuyana gelir ve onun başına konar...” denilmektedir.
Katil, zani, içkici ve kumarbaz Müslümanlara adlarını anarak lanet edilemez.
Bunlar; Allah’ın lanetlediği kimselerdir, Alla’'ın lanetlediği kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsınız.
Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerden kasıt Yahudilerdir. Bunlar Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dönemindeki Yahudiler olduğundan, inanç ve davranışları Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in peygamberliğinden sonra ortaya çıkmıştır.
Nisa suresinin Bu ayetinde 42-51. ayetler değerlendirilerek: Allah'ın lanetledikleri işte bunlardır buyrulmaktadır. Buradaki lanetin ne olduğunu ayetin devamı cevaplamaktadır: “Allah’ın lanetlediği kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsınız!” Demek ki lanet Allah’ın yardımını kestiğine kimsenin yardım edememesidir. Rahmetinden kovması, yardımını kesmesi Allah’ın laneti olmaktadır. Lanetin karşıtı Nisa suresinin 45. ayetinde dostluk ve yardım olarak belirlenmişti.
Yüce Allah Yahudilerle ilgili bu laneti Müslümanlara niçin anlatıyor? Bu soruya Nisa suresinin 51. ayetten hareket ederek cevap verebiliriz. Cibt ve tağuta inanmanın ne anlama geldiğini, böyle bir inancın kendi halinde kalmayıp inançlar arası ilişkileri nasıl kötü yönde etkilediğini ve bu ilişkileri nasıl kirlettiğini anlatarak, Allah Müslümanlırı uyarmakta ve bu yönde eğitmektedir. Dostluğun ve düşmanlığın sınırlarını belirleyen en önemli olgulardan birinin iman olduğuna dikkat çekerek, dost ve düşmanlarımızı iyi tanımamızı istemektedir. Kâfir Yahudilerin müşrikleri Müslümanlara tercih ettiğinin ve edeceğinin bilgisini veren Allah, müminlerin ilişkilerinde hata yapmamalarını istediği için bu ayeti göndermiştir.
Yahudiler birinci laneti sapıklığı satın almaları, Müslümanları yoldan çıkarmak için düşmanlıklarını hayata dökmeleri, Allah’ın hükümlerini tahrif etmeleri, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e hakaret etmeleri, dine saldırmaları neticesinde almışlardır (Nisa / 44-46). İkinci lanet de Tevrat’ı tasdik eden Kur’an’a inanmamalarından dolayı başlarına gelmiştir (Nisa / 47). Üçüncü lanet Allah’a şirk koşmaları, kendilerini temize çıkarmaları, Allah’a yalan yere iftira etmeleri, cibt ve tağuta inanıp kâfirleri Müslümanlara tercih etmelerinden dolayıdır.
Böylece Allah, laneti insanlara getiren davranışların neler olduğuna açıklık getirerek insanlığı bilinçlendirmektedir, Allah katında insanların erdemlerini, hangi amellerin ve inanış biçimlerinin kaybettirdiğine dikkat çekilerek insanlığın geleceğini kurtarmanın yolları, metotları öğretilmektedir.
Yüce Allah onları zelil edip rahmetinden kovmuştur, işte onlar, Allah’ın lanetine uğrayanlardır. Allah kime lanet ettiyse, o asla bir yardımcı bulamayacaktır. Onlar rezil ve rüsvay olacaklardır.
Onlar, Allah’ın lanetleyip rahmetinden uzaklaştırdığı ve kovduğu kimselerdir. Allah’ın, rahmetinden uzaklaştırdığı kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın. Bir kimseyi, Allah rahmetinden kovarsa, onu Allah’ın azabından kim kurtarır? Onlara lanet damgası vurulmasına kim engel olur. O lanet, büyük azaptır.
İşte onlar Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Kime Allah lanet ederse, ona sen yardımcı bulamazsın.
Kendilerine kitap verildikten sonra onu tahrif eden, peygamberlerini öldüren bu Yahudiler kendilerine yeni yeni ilahlar edindiler ve onlara tapındılar.
Bir tarafta Allah’tan geldiğini iddia ettikleri Tevrat, diğer tarafta put adamların koyduğu protokoller. Böyle hakkı batılla karıştırdılar.
Karışık bir imansızlıkla etraflarına bakınca kâfirleri Müslümanlara tercih ettiler de, Allah’ın lanetini hak ettiler. Yahudiler eskiden öyle imiş. Ya şimdi nasıl?
Şu andaki Yahudiler dünyanın her tarafında yaşayan kâfirlerin hepsini Müslümanlardan üstün görürler ve onlara yardım ederler.
Amerika’da şeytana tapanlarla, Tibet’te fareye tapanları dahi Müslümanlara tercih ederler. Niçin?
Hak dinin İslam dini olduğunu bildiklerinden ve de haset ettiklerinden. Yani bu din bize gelmeliydi. Bizim dışımızdakilere geldi diyerek düşmanlık yapıyorlar.
Allah’ın lanet ettiği kimseler işte bunlardır. Allah kime lanet ederse artık sen ona hiçbir yardımcı bulamazsın.
Kendilerine ilahi bir kitap verildiği halde onu bırakıp putlara ve tağutlara tapanları, Allah lanetine uğratmış, rahmetinden kovmuş ve onları rezil etmiştir. Bu onların inkârda inatçılıklarından ve kâfirleri müminlerden üstün görmelerindendir. Ey Resulüm, Allah’ın rahmetinden kovup lanetine uğrattığı kimse için ne bir yardımcı ne bir dost görürsün. Ondan, Allah’ın azabını kimse uzaklaştıramaz.
“Bu asırda dünyada cereyan eden hadiseler Kur’an’ın bu mucizelerini doğrulayıp durmaktadır. İşte Mescid-i Aksa, bu devirde istilâcı Yahudilerin eline geçer geçmez yakıldı. Durmadan duvarlannın dibinde kazı yapıyorlar. İstilâ ettikleri Filistin’de silahsız insanların üzerine ateş açmaktan âdeta zevk duyuyorlar. Milâdî (1982) yılında istilâ ettikleri lübnan’da Filistinlilere aid olan sabra Kampında ellibine yakın silahsız mülteciyi öldürdüler. İhtiyar, genç, kadın, erkek demeden önlerine geleni katlettiler. Yahudiler bu karakteri tâ ecdatlarından tevarüs etmişlerdir. Amma unutmasınlar ki, Allah hiç bir zulmü karşılıksız bırakmaz. Zaman zaman ya Hz, Muhammed gibi Hakkın timsali veya Hitler gibi kan emici bir kulunu gönderir ve dalavere ile fakir ve kimsesizlere işkence ve zulmedenlerden intikam aldırır!..”
İndirilen kitabı, Tevrat’ı tahrif edip dinle alay ettikleri için:
مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيّاً بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْناً فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانظُرْنَا لَكَانَ خَيْراً لَّهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِن لَّعَنَهُمُ اللّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً
“Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı) “İşittik ve karşı geldik (isyan ettik)”, “dinle, dinlemez olası”, “râinâ” derler. Eğer onlar “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı; fakat küfürleri (gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lanetlemiştir. Artık pek az inanırlar.”
Yahudiler sözlerini söylerken tevriye yaparak maksatlarını eksik söylerlerdi. Tefsirlerde Yahudilerin Ağızlarını eğip bükerek konuşmaları hakkında çeşitli açıklamalar var. Biz bunlardan bazılarını buraya almayı uygun gördük. Meselâ bizi dinle dediklerinde “Raina” “bizi de gözet” derlerdi.
Onlar Müslümanlara selâm verdikleri zaman “esselâmü aleyküm” yerine “essamü aleyküm” diyorlardı ki sâm; ölüm demektir. Bunun için Allah Teâlâ, onlara karşılık verirken ve aleykümüsselâm yerine ve aleyküm demekle yetinmemizi emretti. Onların bizim için duası kabul olmaz ama bizim onlar için duamız kabul olur.
Hasan-ı Basri der ki: ayetteki “Râina” kelimesi onların lügatinde alaylı ve istihzalı sözdür. Allah bu ayetle onların Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in sözlerini alaya almalarını ve İslâm'a davet etmesini istihza ile karşılamalarını yasaklamıştır.
Celaleyn tefsirinde şöyle der: “Raina” Yahudi lügatinde (İbranicede) ruûnet kökünden gelen sövme anlamında bir sözcüktür. Kendi aralarında bir tür sövme anlamına kullandıkları bir kelime. Bu kelimeyle, bu şifreyle Allah’ın Resulüne sövmeye çalışıyorlardı. Onun için Allah bu kelimeyi bakara suresi 104. ayetinde yasaklamıştır.
Veya İbrani’ce de: hakaret ifade eden bir kelimedir. Yahudiler hem Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e sövmek, hem de hakaret etmek kastıyla bu kelimeyi kullanıyorlardı.
Yahudiler bu fırsatı kullanarak, ahmaklık manasına gelen “ra’n” kökünden alarak Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e “raina” (Hâşâ) ahmak manasında kullandılar, ya da yukarıda izah ettiğimiz gibi İbranice’de “ruunet” kökünden küfür etmek manasına gelen “raina” kelimesi niyetiyle kullanırlardı.
Yani burada söz konusu Yahudilerdir. Onlar kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirirler, dillerini eğerler bükerler.
Tahrif (bozma) şekli hakkında üç suret rivayet edilmiştir:
1- Bir kelimeyi diğer kelime ile değiştirirler. Mesela Tevrat’ta, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in vasıfları ile ilgili olan “reb’a” kelimesini “uzun olmayan” terimine, aynı şekilde “recm” kelimesini “had (şer’î ceza)” deyimi ile değiştirmeleri ya da Hz. Musa (Aleyhisselam) zamanında yaptıkları gibi bağışla anlamındaki “hidde”yi tahıl anlamında “habbe” ile değiştirmeleri gibi…
2- Ortaya şüphe atma ve yanlış yorumlarla bir kelimeyi öteye beriye çekerek manasını haktan batıla çevirmektir ki, bu da tefsir ve açıklamada yapılan bir manevi tahrif (bozma)dır. Fahreddin Razi “Nitekim zamanımızdaki bidat ehli de görüşlerine aykırı olan ayetlerde böyle yapıyorlar.” demiştir.
3- Yalnız kitap değil, bir söz söyledikleri zaman duydukları ve kalplerinde bildikleri gibi dosdoğru söylemeyip değiştirerek söylemeleridir. Çünkü Yahudiler Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna gelirler, bazı şeyler sorarlar, yanından çıktıkları zaman Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in sözlerini değiştirerek yaymaya çalışırlardı. İşte Kur’an bunların değiştirme şekillerini şu misallerle anlatıyor: Değiştirirler ve derler ki “işittik ve isyan ettik” bu bir, “işit, işitmez olası” bu iki, “raina” (bizi gözet) bu da üç. Yani Peygambere karşı ilk önce سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا “işittik ve itaat ettik” diyecek yerde سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا “işittik ve isyan ettik” derler, hep tersini yaparlar. İkinci olarak انظُرْنَا “bizi dinle” diyecek yerde رَاعِنَا “bizi gözet” diye bir de cinas ilave ederler ki, bu kelime bir taraftan övgü ve saygıya, bir taraftan ihanet ve sövmeye delalet eder. Çünkü işittirilmiş olmayarak demek olduğundan bir yönden lütfen ve tenezzül ederek dinle, çünkü sana karşı söz söylemek ve zorla dinletmek haddimiz değildir, manasına bir saygı ifadesi olabileceği gibi, öte yandan bir kaç yönüyle de küçümseme ifade eder. İlk olarak; “dinle ha söz dinlemez”, ikinci olarak; “dinle ha dinlenmiyesice?” Üçüncü olarak; “dinle ha iyi haber işitmiyesice.” manalarına da gelebilir ki, bunlar hep sövmek ve küçümsemektir. Dördüncü olarak; “dinle fakat benden işitmiş olmayarak dinle” demek de olabilir ki, bu da bir sırrı emanet bırakma gibi olmakla beraber yalancılık teklifini kapsayan bir Münafıklığı da içerir. İşte bunlar böyle derler ve kelimeleri yerlerinden böyle tahrif ederler (bozarlar). Ve bunları söylerken dillerini bükerek, sarhoş gibi ağızlarını eğerek söylerler, hem de dini kötülemek için söylerler. Hâlbuki bunlar Peygambere “işittik ve itaat ettik” diyeceklerine “işittik ve isyan ettik” yani söylediklerini işittik ama bu konuda sana itaat etmeyiz, derler. Mücahid ve İbni Zeyd, burayı bu şekilde tefsir etmişlerdir ve “dinle işitmez olası” diyeceklerine yalnız “dinle”; ve “bizi gözet” diyeceklerine “bize bak” demiş olsalardı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Fakat inkârlarından dolayı Allah onları lanetledi, onun için bunlar iman etmezler, etseler de pek az ederler. Ya pek az bir şeye iman ederler veya içlerinde iman edenleri pek az bulunur.
Bazan meclisinde, bazan kendisinin gıyabında, dillerini eğip bükerek, sözü hayır maksadından şer maksadına yöneltmek, sövmek, alaya alıp küçük düşürerek dine dil uzatıp yermek için bu üç suç sözü Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e söylerlerdi.
Bu nedenle Allah onları rüsvay etti. Onları lanetledi, kendi rahmetinden kovdu. Onlar, hayra ulaşmaya asla muvaffak olamazlar. Onlar azıcık bir inanma dışında ebediyyen iman etmezler. Bu imanlarında ihlâs yoktur. Ya da Abdullah bin Selâm ve benzerleri gibi ancak çok az bir kısmı iman ederler.
İşte Yahudiler Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir.
İbni Atıyye der ki; Bu, şimdiki Yahudilerde de mevcuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, Müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kullanacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.
Kur’an ve Peygamber’e Takınılan Tavır:
Yüce Allah, lanete kadar uzanan davranışları şöyle sıralamaktadır:
1. Sözlerin anlamını çarpıtırlar. Yahudilerin bir kısmı, Allah’ın vahyinde yer alan ilahi hükümleri çarpıtarak değiştirmişlerdir. Kur’an muhtelif ayetlerinde buna "tahrif demektedir. Bu tip yahudiler toplumda bir sınıf teşkil etmektedirler.
Gerçeği tahrif ederek insanları yoldan çıkarma eylemi, ilâhî laneti üzerine almaya doğru giden yolun ilk basamaklarından birini teşkil eder. Böylesi bir tahrifatın boyutları, bulundukları çağa göre bir grup insanı yoldan çıkaracağı gibi, kültürünü, beynini ve gönlünü kötü anlamda etkileyerek bütün insanlığı hedef alabilir.
2. Dine saldırırlar. Dillerini eğerek, bükerek dine saldırırlar. Onlar sadece, kelimelerin, ilahi hükümlerin, doğru bilgilerin yerini değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda sözleriyle dine saldırırlar. Dünyada konuşulan, doğru bilgileri asıl bağlamlarından kopararak dini küçümsemek için saldırırlar. Onların doğru diye iddia ettikleri sapık bilgi doğrudur; başkaları katıksız doğru bilgi sunsa bile hiçbir değeri yoktur. Dilleriyle oyun oynarken sağlam ve asıl itikat olan dine saldırırlar.
Bu davranışların aynısı Âl-i İmran suresinin 78. ayetinde açıklanmıştır.
وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُم بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
“Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu Okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Hâlbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, bu Allah katındandır derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.”
Allah’ın söylemediğini “Allah söyledi” diye insanları kandırmaları, kendi düşüncelerini din gibi göstermeleri dine yapılan en büyük saldırı, ihanet ve zulümdür.
3. Küfür laneti getirir. Yahudilerin hükümleri tahrif etmeleri, peygambere karşı olumsuz tavır takınmaları, dine karşı saldırıları onların inkâr psikolojisi içinde boğulduklarını ifade etmektedir. Onların bu tutumları Allah'ın lanetini getirmektedir: “Fakat Allah hakikati reddettikleri için onları lanetledi. Artık onlar pek az inanırlar.”
Dinde Değişiklik
Allah yasası gereği Kur’an’ın ayetlerine dokunamıyorlar, değiştiremiyorlar ama yorumunu değiştirmeye çalışıyorlar. İçimizdeki ehl-i kitap zihniyetli uşakları vasıtasıyla olmadık yorumlar getirmeye ve Müslümanların zihinlerini karıştırmaya çalışıyorlar. Müslümanların kitaba karşı, sünnete karşı bakışlarını bozmaya çalışıyorlar. Kitap şöyle olmalıdır, sünnet böyle olmalıdır, din şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, kitabın fonksiyonu şöyle olmalıdır, peygamberin dindeki yeri şudur, sünnet dinde şu anlama gelmelidir diyerek yorumlarda bulunuyorlar. Kitap bir tarafta onların yorumları bir tarafta insanların karşısına çıkmaya çalışıyorlar. Allah bir tarafta, din bir tarafta onların yorumları bir tarafta. İnşallah kitaplarına ve peygamberlerine sahip çıkan bu ümmet bu sapıkların yorumlarına itibar etmeyecektir.
Bizim ehl-i kitap zihniyetli ilahiyatçılarımız da aynı şeyleri söylüyorlar bugün. Kur’an’a ve peygambere inandığını iddia eden zihniyetliler de Allah’ı peygamberden, peygamberi Allah’tan, kitabı sünnetten, sünneti kitaptan ayırmaya çalışıyorlar. Kur’anla peygamberin arasını açmaya çalışıyorlar. ‘Bize sadece Kur’an yeter, Kur’an’dan başka kaynağa ihtiyacımız yoktur ve zaten peygamberden bize hiçbir şey ulaşmamıştır’ diyorlar.
Dini asıl mecrasından saptırmaya yönelik çok hatalı bir yoldur. Dini kendi çıkarına alet edinip hükümlerini basit mantık oyunlarıyla değiştirenler, daha çok para, şöhret ve makam hastası olan zavallılardır. Ama Allah dinini korumayı kendi üzerine aldığı ve bu din Allah’tan başkasını kabul etmediği için böyleleri hiçbir zaman umduklarını elde edememiş, peşinde koştuklarına erişememiş, zalimlere yardımcı oldukları için de sonunda tokatı -ilâhî kanun gereği- yine onlardan yemişlerdir.
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz indirdik ve elbette biz onun koruyuçularıyızdır.”
إِنَّ اللَّهَ يَرْفَعُ بِهَذَا الْكِتَابِ أَقْوَامًا، وَيَضَعُ بِهِ آخَرِينَ
“Doğrusu Allah bu Kitapla bazı kavim ve milletleri yükseltir, diğer bazı kavim ve milletleri de düşürüp alçaltır.”
إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا.
“Şüphesiz ki Allah bu ümmet için her yüzyılın başında, onun dinini tazeliyecek müçedditler gönderir.”
Dini, şüpheci ve inkârcıların akıl ve mantığına uydurmaya çalışanlar da diğerleri kadar zavallıdırlar. Çünkü bu gayretin (!) altında, kendilerinin Allah ve Peygamberden daha merhametli bulunduğu iddiası yatar. Allah’ın açmadığı bir kapıyı açmaya kalkışmak, Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müsamaha ile karşılamadığı dinî hükümlerde müsamahalı davranmak küstahlığın en çirkini değil midir?
Dinde reformdan sözedenlerin dindeki yeri ve payı nedir? Cami ve cemaati tenkit edip lüzumsuz sayanların dinle ilgisi nedir? Faizi bugünkü ortam içinde mubah görenlerin, kadının açılıp saçılmasıyla dinin ne gibi ilgisi bulunduğunu inkâr yollu soranların İslâm ve Onun Kitabı Kur’an’la bağlantısının ölçüsü nedir? Bunlar kendi basit mantığına göre yeni bir din icat etme hevesine kapılmamış mıdır? Böylesine din adına taviz veren din adamının dinle ilgisi var mıdır?
İşte Kur’an, Yahudilerin gerek Tevrat’ta yaptıkları değişiklik ve kelime oyunlarını, gerekse son peygamberin sözlerini dinledikten sonra onu hedefinden saptırmaya yeltenmelerini lanetlemektedir. Son Nebi’ye uyanların bu hususta çok uyanık ve dikkatli olmaları tembih ediliyor. Din bir bütündür, ya tamamı gönül rızasıyla kabul edilir, ya da reddedilir. Bir kısmını kabul etmek, bir kısmını kabul etmemek diye bir kaide yoktur. Böyle bir yetki Peygambere bile verilmemiştir.
İbni Atiyye şöyle der: Bu durum Yahudilerde halâ mevcuttur. Yahudilerin, küçük çocuklarını bu şekilde yetiştirdiklerini ve onlara, müslümanlara hitap ederken kullandıkları zahiren tazim ifade eden fakat hakaret maksadıyle söyledikleri kelimeleri ezberlettiklerine şahit olduk. Zemahşerî şöyle der: “Onlar, sayılmayacak kadar zayıf bir şekilde iman ederler.
“Bugünkü Yahudilerin suçu ne? Bunlar peygamber öldürmediler. Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında yaşamadılar. Ona lastikli kelime söyleyerek hakaret etmediler” diyenler, Yahudilerin bugünlerde sinagoglarında okunan Tevratlarrında “Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecektir. Çocukları gözleri önünde yere çarpılacak, evleri yağma edilecek, karıları kirletilecek ırzlarına tecavüz edilecek” “Çocukları tutup kayaya çarpan ne mübarektir.” diye yazmakta ve bu emride Filistinde uygulamaya koymaktalar.
Allah üzerlerine dağı kaldırdığında Allah’a verdikleri sözü bozdukları için:
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ لَعنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَنَسُواْ حَظّاً مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (Tevrat'ın) önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”
Allah Teâlâ; ahdine ve misakına muhalefet etmeleri halinde başlarına gelecek cezayı haber vererek şöyle buyuruyor: “Ahitlerini bozmalarından ötürü onlara lanet ettik.” Allah’ın kendilerinden almış olduğu ahdi bozmaları sebebiyle onları lanetleyip haktan uzaklaştırdık ve hidayetten kovduk. Rahmet halkasından, hayır ve esenlik bahçesinden uzaklaştırdık. Üzerlerine gazabı, öfkeyi ve kızgınlığı indirdik. “Kalplerini katılaştırdık.” Katılığı ve karalığı yüzünden kalpleri, öğütle yumuşamaz, hidayeti kabul edemez kıvamda katılaştı. Bir daha hiçbir öğüt almazlar.
Sırf sözleşmeyi bozmaları yüzündendir ki, başlarına felaketler yağdırdık ve kalplerini kasvet içerisinde bıraktık, ne söylense duymaz, hak ve adalet tanımaz, haksızlık ve zulümden kaçınmaz, Allah’tan korkmaz, ümitsizlikten kurtulmaz bir hale getirdik.
Allah’a verdiği sözü bozan insan rahmetten kovulma ve kalbin katılaşması cezasına çarptırılmaktadır. Bu bize şunu öğretiyor; verdiği sözde durmayan hem suç işlemiş hem de günah işlemiş olur. Yaptığı anlaşmayı yerine getirmeyen dünyevî olarak cezalandırılacak, ahirette de büyük azaba uğrayacaktır. Nahl suresinin 91-95. ayetleri tetkik edildiğinde ahde vefanın veya vefasızlığın, sözünde durmanın veya durmamanın, yaptığı yemini takip etmemenin dindeki yeri görülecektir.
Kalplerini de artık imanı kabule yanaşmayacak biçimde kaskatı katılaştırıverdik. İşte Allah’la sözleşmelerini bozan, sözleşme maddelerine aykırı davranan, Rablerine verdikleri ahitlerine ihanet eden, Allah’ın istemediği bir hayatın içine dalanların akıbetleri budur. Allah’ın lanetine ehil hale gelmek, kalplerinin kaskatı hale getirilmesi, artık isteseler de Allah’ın sesini, vahyin sesini, fıtratlarının ve vicdanlarının sesini duymaz hale gelmesi.
İbni Abbas ve Muhammed İbni İshak ile daha başkalarının zikrettiklerine göre; bu olay, Hz. Musa’nın zalimlerle savaşa yönelmesi esnasında olmuştu. Hz. Musa, her kabileden bir seçkinin gelmesini emretmişti. Her sıbttan bir temsilci seçilmişti. Muhammed İbni İshâk der ki: Robil sıbtından Şamon İbni Zakkûr; Şenvûn sıbtından Şafat İbni Hurrî; Yahûda sıbtından Kalib İbni Yûfennâ; Ebîn sıbtından Fihâyil İbni Yûsuf; Yûsuf sıbtından – ki bu Efraîm sıbtıdır –Yişa’ İbni Nûn, Bünyâmîn sıbtından Falatmi İbni Refon; Zeblon sıbtından Cedî İbni Şudî; Dân sıbtından Hamlail İbni Cümmel; Esîr sıbtından, Sator İbni Melkîl; Neftâli sıbtından, Nahî İbni Vefsî; Câd sıbtından, Colayil İbni Mîkî temsilci olarak seçilmişti.
Tevrat’ın dördüncü kitabında Robil oğulları için Soni İbni Sadon; Şenvûn oğulları için, Şamual İbni Saroşki; Yahudâ oğulları için, Yahsun ibni Amyâzâb; Yisaker oğulları için, Şal İbni Saon; Zeblon oğulları için, Elbâb İbni Halob; Yusuf İfrayim oğulları için, Menşâ İbni Amenhûd; Menşâ oğulları için, Hamaliyail İbni Yarsan; Bünyâmîn oğulları İçin, Ebiden İbni Ced'ûn; Dân oğulları için, Caizer İbni Amîşezî; Esîr oğulları için Nihâyil İbni Acrân; Hûz oğulları için, Elsîf İbni Dâvâyil; Naftali oğulları için, Ecza İbni Aminan'ın temsilci olduğu bildirilmektedir Doğrusunu en iyi Allah bilir.
Aynı şekilde 1. Akabe biatı gecesi Ensar; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e biat ettiğinde on iki nakip yer alıyordu. Bunların üçü, Evs kabilesinden, Üseyd İbni Hudayr, Sa’d İbni Hayseme ve Rifâa İbni Abdülmünzir idi. Bunun yerine Ebu’l-Heysem İbni Teyhan olduğu da söylenmiştir. Öteki dokuz kişi de Hazreç kabilesinden; Ebu Ümâme Es’ad İbni Zürâre, Sa’d İbni Rebî’, Abdullah İbni Revâha, Râfi’ İbni Malik, Bera İbni Ma’rur, Ubade İbni Samit, Sa’d İbni Ubade, Abdullah İbni Amr İbni Haram, Münzir İbni Amr İbni Huneys idi. Allah cümlesinden razı olsun. İbni İshak merhumun zikrettiği gibi; Sa’d İbni Malik onların hepsini bir şiirinde zikretmişti. Maksadımız şudur: Bu kişiler, peygamberin emrini yerine getirmek üzere kavminin seçkinleri olarak huzurunda yer almışlardır. Onlar, kavimleri adına Hz. Peygamberi dinleyip itaat etmek üzere biat etme görevini üstlenmişlerdi. Biatlerini da bozmadılar. Bedir savaşında şöyle demişlerdi: “Ya Resulallah! Biz sana iman ettik ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şahadet ettik. Seni dinlemek ve itaat etmek üzere de kesin vaatlerde bulunduk. Nasıl bilirsen öyle yap. Biz seninle beraberiz. İsrailoğulları’nın peygamberlerine dedikleri gibi ‘sen ve rabbin gidin savaşın biz burada oturuyoruz’ demeyiz. Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de peşinden dalarız! Bizden hiç kimse geri kalmaz. Biz düşmana karşı gitmekten çekinmeyiz, harpte geri kalmayız. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi.” Bu ahdi bozanlarla ahdinde duranların (ahde vefa gösterenlerin) arasındaki farktır.
“Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar.” Arzularına uysun diye öne alıyorlar, geriye atıyorlar, bazısını kaldırıyorlar, manalarını kendilerince yorumluyorlar. Anlayışları bozulduğu için Allah’ın ayetleri konusunda kötü tasarrufta bulunuyor ve Allah’ın kitabını, O’nun indirmiş olduğu anlamların dışında anlamlara hamlederek, Allah’ın muradından başka şekilde tevil ediyorlar. Allah’ın söylemediğini O’na isnat ediyorlar.
Kelimeleri şuraya buraya çekerek kelâmı (sözü) değiştirirler. Bu onların öyle bir âdeti olmuştur ki, diğerleri bir yana, Allah’ın kelâmını ve arzularına uymayan ilahi hükümleri bozar ve değiştirirler.
İçlerinden pek azı hariç onlardan daima bir hainlik görürsünüz. Allah ile yaptığı antlaşmasını bozan, Allah’ın lanetlediği, kalbi katı, ilahi hükümleri, yani ayetleri değiştiren ve kendine verilen öğüdü unutan kimseden lanetten başka bir şey çıkmaz.
Çünkü İsrailoğulları kendi içlerinden çıkan peygamberlere ihanet etmişler, kimini öldürmüş kimini de öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Sözünden dönmek, Allah’ın ayetlerini inkâr etmek, haksız yere peygamberleri öldürmek ve kalplerinin kılıflanmış olduğunu söyleyen bir yapı ile İsrailoğulları Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ulaşmışlardır. Tabi ki Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dönemindeki Yahudiler bunların hepsini yapmamıştı, ama onlar böyle ihanet etmeyi ahlâk haline getirmiş bir kültürün takipçileriydiler. Ayrıca Medine’de de Anlaşmalarını bozmuş, müşriklerle birlikte hareket ederek Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ihanet etmiş ve tuzak kurarak öldürmeye teşebbüs etmişlerdir. Böyle bir anlayış ve kültürden dolayı yüce Allah Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i uyarmakta ve onlardan daima hainlik göreceğini söylemektedir.
Geçmişte ve günümüzde insanların en katı kalplisi Yahudilerdir. Geçmişte peygamberlerine zulmeden, yalanlayan, testereyle ikiye bölen, öldüren, onlar. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döneminde hile ve düzenbazlıklar yaparak Müslümanlara kötülük eden onlar.
Günümüzde kadınları çocuklarıyla beraber Filistin’de hapse atıp, burada söylenmesi bile insanları rahatsız eden işkenceleri uygulayan onlar. Çocukları kol bacak kırarak işkence ile öldüren yine onlar.
Bütün bunlar katı kalplilikten kaynaklanır. Katı kalplilik de, Allah’a verilen sözü bozmadan geçer. Allah'a verdiği sözden dönen Yahudi, insanlara verdiği sözü hiç önemsemez. Allah'ın kitabını tahrif eden Yahudi, dünyadaki olayları haber ajanslarıyla duyururken tam tersinden vermekten çekinmez.
Bütün Yahudiler hain midir? Sorusunun da cevabı var bu ayeti kerimede: “Onlardan çok azı hıyanet etmez.” buyuruyor. Peygamber efendimiz kendi döneminde yaşayan Muhayrık isimli Yahudi’yi “Yahudilerin en hayırlısı Muhayrıkdır” diyerek övmüş.
Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Medine etrafında bulunan üç Yahudi kabilesine (Kaynuka, Nadir ve Kurayza oğullarına) işin başında da, ortasında da, sonunda da en güzel şekilde davranmış olduğu sabittir. Medine’ye hicretten sonra önce onlarla “Medine Vesikası” diye bilinen bir barış akdi yapmış, onlarla barış içinde yaşamak üzere sözleşmişti. Onlar da ona karşı savaşmayacak, düşmanlarına destek vermeyeceklerdi. Bu şekilde davrandıkları takdirde canları ve malları emniyet altında bulunacak, tam bir hürriyetten yararlanacaklardı. Ancak Yahudiler sonradan ahitlerini bozdular, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e hainlik ettiler. Kureyş kampına katıldılar ve Müslümanlara karşı savaşta müşrik Araplarla ortak hareket ettiler. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de onları Medine civarından kovup uzaklaştırmakla yetindi. İşin neticesinde ise Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hainliklerine, antlaşmaları bozmalarına karşılık onları cezalandırmadı. Bunun yerine onların Arap yarımadasından – ve bu arada Hicaz’dan – sürülmelerini vasiyet etmekle yetindi.
Allah’ın Ahdini Bozdukları için:
وَالَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُوْلَئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ
“Allah’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır.”
Allah Teâlâ, bu bedbahtları şu üç özellikle vasıflandırmıştır:
1- Ahdi bozmak: Onlar, Allah'ın kullarını mecbur ederek emrettiği ahdini bozarlar. Bu ahit, O'nun birliğine, kudretine ve iradesine iman etmek, nebilerine, resullerine, kitaplarına ve peygamberlerine vahyedilenlere gönülden inanmak gibi Allah Tealâ'yla alâkalı olsun veya insanların haklarıyla ilgili olsun birdir, durum değişmez.
Ahdi bozmak, Söz verdikten sonra sözü, doğruluğunu ikrar edip kabullendikten sonra insanların, İnat ve küfürleri dolayısıyla gereğince hareket etmemeleridir.
Allah’la yaptıkları anlaşmayı bozdular. Ama anlaşma metinlerini imzaladıktan sonra bozdular. Bu konuda Allah’a kesin söz verdikten sonra bozdular. Yani önce Allah’la anlaşma yaptılar, Allah’a söz verdiler: Allah’a söz verdiler, ondan sonra da nakzedip bozdular bu anlaşmayı. Anlaşma konusuna aykırı hareket ettiler. Allah’ın kitaplarında açıkladığı konularda ait ahitlerini bozdular.
2- Allah’ın birleştirilmesini emrettiği bağları koparmak: Yani, Allah’a ve peygamberlerine iman etmek, akrabalarla ilişkiyi kesmek, müminlerle ve diğer hak sahipleriyle bağları kopartmak ve onlarla yardımlaşmamak ve Allah’ın farz kıldığı bütün bağları kesmek.
Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği iman, emre itaat, akrabalar arasında ziyaretleşme gibi bağları kesenler. Küfretmek, bütün peygamberlere iman etmemek, akrabalık bağlarını ve kardeşlik ilişkilerini koparmak, vatan ve insani vicdanın gerektirdiği yardımları engellemek. Bütün bunlarda, Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği bağları kesip koparmak vardır.
3- Yeryüzünde bozgunculuk yapmak: Onlar, kötü ve çirkin işleriyle yeryüzünü ifsat eder, kendilerine ve diğer insanlara zulmeder ve Allah’ın dinine değil, başka sapıklıklara davet ederler. Yine onlar, şahıslara ve mallara haksızlık etmekten geri durmaz, ülkeyi harap etmeye, fitne, savaş ve perişanlık ateşini tutuşturmaya vesile olan her haltı işlerler.
Bunlar Yeryüzünde – her şey, her olay onların yararına olsun diye – durmadan bozgunculuk yaparlar, başkalarına çamur atıp iftirada bulunurlar.
Savaşa, tahrip ve fesada yol açan kötü davranışlarıyla yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar. Rablerinden korkmayan, akrabalık bağlarını koparan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimseler İçin ceza olarak lanet, Allah’ın rahmetinden kovulmak, dünya ve ahiretin güzelliklerinden yoksunluk ve dünya yurdunun kötü sonu vardır. Çünkü bunlar kötü işler yapmış ve günaha götürücü şerli davranışlarda bulunmuşlardır.
Netice olarak imansızlık ihanete, ihanet hıyanet ve sadakatsizliğe ve bunların hepsi ilgisizliğe ve sonunda fitne ve fesada kapı açıyor da biri diğeriyle tamamlanıyor.
Böylesine bir aşağılık, bencillik ve ihtirasın cezası, imansızlıkla birleşip bütünleştiği için ilahi lanete çarpılma, yani O’nun rahmet ve inayetinden uzaklaştırılma ve kötü bir yurt olan Cehennem ile noktalanmadır.
Bu, bedbahtların durumları ve sıfatlarıdır. Nasıl ki onlar dünyada müminlerin sıfatlarının aksi ile nitelenmişlerse; ahiret yurdunda da onların durumları ve varacakları yer, müminlerin durumları ile varacakları yerin aksidir. Müminler; Allah’ın ahdini yerine getirir, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeye de riayet ederlerdi. Bunlar ise, anlaştıktan sonra Allah’ın ahdini bozar, Allah’ın bitiştirilmesini emrettiğini ayırır ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlardı.
Bundan sonra Allah Teâlâ, bu insanların hak ettikleri cezayı bildirerek şöyle buyurmuştur: “İşte bu özelliklere sahip olanlar, laneti”, Allah’ın rahmetinden kovulmayı, dünya ve ahiretin hayır ve iyiliklerinden uzaklaştırılmayı “hak etmişlerdir.”
“Onlara kötü akıbet vardır.” Bu akıbet cehennem azabıdır. Oraya giren sadece kötülük görür. Yine Allah Tealâ, Ra’d suresinde şöyle buyuruyor: وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ “Varacakları yer cehennemdir; ne kötü bir döşektir!”
Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: “İşte lanet, (rahmetten uzaklaştırılma) onlarındır. Yurtların (akıbetin) en kötüsü de onlarındır.” Varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü duraktır. Ebu’l-Âliye, “Pekiştirdikten sonra, Allah’ın ahdini bozanlar...” ayeti hakkında der ki: Bunlar; münafıklardaki altı haslettir. Onlar, insanlara karşı güçlü olduklarında; bu huylarını açığa vururlar: Konuştukları zaman yalan söyler, bir vaatte bulunduklarında vaatlerinden dönerler, kendilerine güvenildiği zaman ihanet eder, anlaştıktan sonra Allah’ın ahdini bozarlar. Allah’ın birleştirilmesini emrettiğini ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Eğer onlara karşı güçlü olunursa; o zaman da şu üç huyu açığa vururlar: Konuştuklarında yalan söyler, bir şey vaat ettiklerinde dönerler ve kendilerine güvenildiği zaman ihanet ederler.
Peygamberlerini öldürdükleri için:
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِم بَآيَاتِ اللّهِ وَقَتْلِهِمُ الأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقًّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً
“Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflanmıştır” demeleri sebebiyle (onları lanetledik, türlü belâlar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.”
Allah Teâlâ: “Peygamberleri haksız yere Öldürmeleri...” buyurmaktadır ki bu; onların Allah'ın peygamberlerine saldırmaları ve onlara karşı suç işlemelerinin çokluğundandır. Onlar peygamberlerden büyük bir çoğunluğunu öldürmüşlerdi.
Bu adamlar peygamberleri öldürüyorlardı. Hem öyle öldürüyorlardı ki sabah öldürüyorlar akşam hiçbir şey yokmuş gibi ellerini kollarını sallaya sallaya hayatlarına devam ediyorlardı.
Bugün insanlığa karşı işledikleri suçlara bakıldığı zaman da aynı şeyleri görmüyor muyuz? Dünya üzerinde ne kadar zulüm varsa arkasında Siyonizm’in parmağı var.
Zira onlar peygamberlerin kendilerine getirip tebliğ etmiş olduğu Allah'ın ayetlerini, peygamberlerin hiçbir günahı olmadığı halde sırf kendilerini küçük görerek inkâr etme, yalanlama suçunu işlediler. Hatta Allah'ın dinini kendilerine tebliğ ettikleri zaman bazı peygamberleri öldürdüler. Ortada peygamberlerin onları hakk'a davetinden başka öldürmelerini gerektirecek bir sebep ve suç olmadığı halde. İnsanlardan adaleti emredenleri öldürdüler ki bu kibrin ve inadın en şiddetlisidir. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in da buyurduğu gibi اَلْكِبْرُ بَطْرُ الْحَقِّ وَغَمْطُ النَّاسِ “Kibir, Hakk'ı inkâr ve insanları küçük görmedir.”
Yahudiler, peygamberleri inkâr etmekle kalmamışlar, onlardan çoğunu öldürmüşler, peygamberler üzerindeki zulümlerini artırarak kanlarını akıtmışlardır. Bütün bozuk ideolojilerin altında Siyonist Yahudiler vardır. Yahudiler birçok peygamberi öldürmüş, kimisini testere ile biçmişlerdir. Bu topluma peygamber olarak gönderilen Âşiya (Aleyhisselam)‘ı testere ile ikiye biçip şehid ettiler. Allah (CC) da bu toplumu ebedî zelil ettiğini bildirdi.
Hz.İsa (Aleyhisselam) Yahudilere şu bedduayı yaptı: “Yüzün yüzün sürünün, dizin dizin gidin, yurdunuz milletiniz olmasın.”
Musa (Aleyhisselâm)'dan itibâren Yahudilere gönderilen peygamberlere Yahudilerin zulmü ve eziyetini elealdım. Yahudilerin öldürdüğü peygamberlerin sayısında ihtilaf vardır. Şa’yâ (Âşiya) (Aleyhisselam), Hz. Zekeriyya (Aleyhisselam) ve Yahya (Aleyhisselam), Yahudiler tarafından öldürülüp, şehid edildiler. Yahudiler, isa aleyhisselâm ve kâinâtın Efendisi Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem.)’i öldürmeye teşebbüs ettikleri tarihi bir hakikattır.
Yahudiler, birçok peygamberi şehid ettiler. Yahudiler, bir günün sabahının erken saatlerinde, kırk üç peygamberi öldürdüler. Aynı günün akşam saatlerinde kendilerine iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan yüz yetmiş kişiyi daha öldürdüler.
عَنْ أبِي عُبَيْدَةَ بْنِ الجَرّاحِ قالَ: ” قُلْتُ: يا رَسُولَ اللَّهِ، أيُّ النّاسِ أشَدُّ عَذابًا يَوْمَ القِيامَةِ ؟“ قالَ: ”رَجُلٌ قَتَلَ نَبِيًّا، أوْ رَجُلٌ أمَرَ بِالمُنْكَرِ ونَهى عَنِ المَعْرُوفِ“ . ثُمَّ قَرَأ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم إِنَّ ٱلَّذِینَ یَكۡفُرُونَ بِـَٔایَـٰتِ ٱللَّهِ وَیَقۡتُلُونَ ٱلنَّبِیِّـۧنَ بِغَیۡرِ حَقࣲّ وَیَقۡتُلُونَ ٱلَّذِینَ یَأۡمُرُونَ بِٱلۡقِسۡطِ مِنَ ٱلنَّاسِ فَبَشِّرۡهُم بِعَذَابٍ أَلِیمٍ ، أُو۟لَـٰۤىِٕكَ ٱلَّذِینَ حَبِطَتۡ أَعۡمَـٰلُهُمۡ فِی ٱلدُّنۡیَا وَٱلۡـَٔاخِرَةِ وَمَا لَهُم مِّن نَّـٰصِرِینَ }, ثُمَّ قالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم” يا أبا عُبَيْدَةَ ، قَتَلَتْ بَنُو إسْرائِيلَ ثَلاثَةً وأرْبَعِينَ نَبِيًّا أوَّلَ النَّهارِ في ساعَةٍ واحِدَةٍ ، فَقامَ مِائَةٌ وسَبْعُونَ رَجُلًا مِن عُبّادِ بَنِي إسْرائِيلَ، فَأمَرُوا مَن قَتَلَهم بِالمَعْرُوفِ ونَهَوْهم عَنِ المُنْكَرِ، فَقُتِلُوا جَمِيعًا مِن آخِرِ النَّهارِ مِن ذَلِكَ اليَوْمِ، فَهُمُ الَّذِينَ ذَكَرَ اللَّهُ عَزَّ وجَلَّ “
Ebu Übeyde İbni el-Cerrah’dan rivayet edildi ki o şöyle demiştir: De­dim ki “Ey Allahın, Resulü, kıyamet gününde insanlardan azabı en şiddetli ola­cak olanlar kimlerdir?” Resulullah da buyurdu ki: “Bir Peygamberi öldüren ve ya kötülüğü emredip iyiliği yasaklayandır.” Sonra Resulullah: “Buna karşı seninle münakaşaya kalkışırlarsa de ki: “Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim etmişimdir.” Kendilerine kitap verilenlere ve (kitap verilmeyen) ümmîlere de ki: “Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?” Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kulları görendir. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberleri öldürenler, insanlar içinde adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu? Bunları acıklı bir azapla müjdele! İşte bunlar öyle kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır.” (Âl-i İmran/21,22) ayetlerini okudu ve daha sonra şöyle buyurdu: “Ey Ebu Ubeyde, İsrailoğulları, bir günün başlangıcında kırk üç Peygamber öldürmüşlerdir. Bunun üzerine İsrailoğullarının ibadetlerini eksiksiz olarak yerine getirenlerden yüz on iki kişi, Peygamberleri öldürenlere iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya girişmişler, bunun üzerine, Peygamberleri öldürenler o kimseleri de günün sonunda öldürmüşlerdir. İşte Allah (c.c.)’ın bu ayette zikrettikleri bunlardır.” buyurdular.
İbni Ebu Hatim’in, Abdullah İbni Mesûd’dan rivayeti ise şöyledir: “Günün başında İsrail oğulları üç yüz peygamberi öldürdü, günün sonunda da bakla pazarı kurdular.” İşte onların Hak’tan yüz çevirmelerine, hakka karşı büyüklenmelerine, Allah dünyada zillet ve aşağılama, ahirette de yakıcı azapla karşılık verdi ve buyurdu:
فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ ، أُولَٰئِكَ الَّذِينَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
“İşte onlara elem verici azabı müjdele. İşte bunlar o kimselerdir ki dünya ve ahi-rette amelleri boşa gitmiştir ve onların hiç yardımcıları da yoktur.”
Yahudiler peygamber katili olma damgasını yemişlerdir. Peygamberleri öldürmek aslında eğitimi katletmektir. Çünkü peygamberler eğitici olarak gönderilmiştir. İnsanlara evrensel değerleri kazandırmak, tevhide inancının tohumlarını ruhlara ekmek, ahlâkı canlı tutmak ve kötülüğün alanını daraltmak için gelmişlerdir. Bu nitelikteki insanı öldürmek, tam anlamıyla eğitimi katletmektir. Ayrıca İsmet Özel’in bir sözünü de buraya almadan geçemeyeceğim. “Evrensel değerlerin hepsi gayr-i İslami şeylerdir. Bir tane evrensel değer bana işaret edemezsiniz ki İslam da buna evet demiş olsun, buna cevaz vermiş olsun. Böyle bir şey yoktur.” Yani bugün evrensel değer diye bize yutturulan bütün saçmalıklar Yahudilerin ve de Siyonizm’in insanlığa dayattığı gayri İslami Hatta gayr-i insani şeylerdir.
Âlemlerin rabbi olan Allah’a rol biçtikleri için:
وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللّهِ مَغْلُولَةٌ غُلَّتْ أَيْدِيهِمْ وَلُعِنُواْ بِمَا قَالُواْ بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ يُنفِقُ كَيْفَ يَشَاءُ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيراً مِّنْهُم مَّا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ طُغْيَاناً وَكُفْراً وَأَلْقَيْنَا بَيْنَهُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ كُلَّمَا أَوْقَدُواْ نَاراً لِّلْحَرْبِ أَطْفَأَهَا اللّهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الأَرْضِ فَسَاداً وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ
“Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilakis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. And olsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.”
Yahudiler, “Allah’ın eli bağlıdır” diyerek Yüce Allah’ı cimrilikle suçladılar. Yani Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i yalanlaması sebebiyle mali bir sıkıntı ile karşı karşıya kalan Yahudilerden Fenhas b. Azura böyle söylemiştir. Bunun bütün ümmete nispet edilmesi ise, Yahudilerin bilginleri tarafından söylenmiş olması itibariyle ve hiç bir Yahudi buna itiraz etmemesi ve kendi aralarındaki dayanışmadan dolayıdır. Yahudi toplumunda sokaktaki adamın da bunu cahilce tekrarlar hale gelmiş olması yahut halkın kendisine itibar ettiği bir din adamı veya lider (rivayete göre Fenhas b. Azura) tarafından söylendiği için ayette bu sözün tüm topluluğa nispet edilmiştir. Bu söz Yahudilerin inanç ve ahlâklarıyla ilgili bir düstur mahiyetinde özetlenmiş ve herkesin anlayabileceği bir ifade ile anlatılmıştır. “Elin bağlı olması” mecazî olarak cimriliği ifade etmektedir. Allah’ın elinin açık olması ise, cömertlik ve bol ihsanından, lütuf ve kereminden kinayedir. Elin bağlı ve açık oluşu, cimriliğin ve cömertliğin mecazî anlatımıdır. Cenab-ı Allah bu ikisini bir ayette zikrederek şöyle buyuruyor:
وَلاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلاَ تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَّحْسُورًا
“Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma), hem de onu büsbütün açıp saçma (savurganlık ve israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.”
Yani Yüce Allah hem cimrilik etmeyi, hem de savurganlığı yasaklamaktadır. Savurganlık, olmadık yerde fazla harcamada bulunmaktır.
Peygamberlerin gösterdiği aydınlık yoldan ayrılan ve Allah’ın nimetlerine nankörlük eden Yahudiler asırlar boyu zillet ve mahrumiyet içinde yaşamışlar, içlerinden bazı küstahlar Allah’ı suçlamaya kalkıştılar. “Allah'ın eli bağlıdır” diyerek Yüce Allah’ı cimrilikle suçladılar. Yüce Allah’ı fakir, kendilerini de zengin olmakla nitelendirdiler.
Aynı konuşmayı Âl-i İmran suresini 181. ayetinde yapmışlardı:
لَّقَدْ سَمِعَ اللّهُ قَوْلَ الَّذِينَ قَالُواْ إِنَّ اللّهَ فَقِيرٌ وَنَحْنُ أَغْنِيَاء
“Gerçekten Allah fakir, biz ise zenginiz, diyenlerin sözünü andolsun Allah işitmiştir.”
Bu iki ayeti birlikte düşünürsek, "Allah'ın eli bağlıdır" ifadesinin anlamı daha iyi anlaşılmış olur. Kendilerinin zengin, Allah’ın fakır olduğunu belirttiklerini haber veriyor. Allah’a cimrilik sıfatını “Allah’ın eli bağlıdır.” diyerek izafe ettiklerini belirtiyor.
Cimrilik, ilahi bir vasıf değildir. Cimrilik, beşerî bir özelliktir. Cömertlik, ilahi bir vasıftır, ama bu vasfının bir parçasını kullarına da vermiştir. İnsanlar terbiye vasıtasıyla cömertliği öğrenirler. Cömert olan insanlar, ilahi vasfı yeryüzünde yaşatanlardır. Yahudiler, cimrilik denen beşerî vasfı Allah’a yakıştırdıklarından, Allah tarafından lanete uğratılmışlardır.
“Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın, lanet olsun.” Bu gerçekten oldu. Çünkü Yahudiler için cimrilik, kıskançlık, korkaklık ve alçaklık ana karakterdir. Nitekim Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerime’de şöyle buyurmuştur:
أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّنَ الْمُلْكِ فَإِذًا لاَّ يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُم مُّلْكًا عَظِيمًا
“Yoksa onların mülkten bir payı mı var? O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler. Yoksa Allah’ın bol nimetinden verdiği kimseleri kıskanıyorlar mı?”
وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ
“Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah’tan bir gazaba uğradılar.”
Ayetin bu kısmı “Söyledikleri yüzünden kendi elleri bağlanmıştır ve lanetlenmişlerdir” şeklinde de tercüme edilebilir. Yani bu cümleleri “elleri bağlanasıca ve lanet olasıca” şeklinde beddua olarak anlamak mümkün olduğu gibi, haber ifadesi olarak yorumlamak da mümkündür.
Yüce Allah onları “Bu ifadelerinden dolayı lanetlemiştir.” İnsanları ekonomik güçleriyle değerlendirerek, ekonomik gücü olmayanları aşağılamak, kendilerinin zengin olması sebebiyle Allah katında önemli yerleri olduğunu iddia etmek, hem fikrî, hem imanî, hem de ahlâkî bir çöküntüdür. Bu çöküntünün cezasını yüce Allah onlara lanet ederek vermektedir. Bilindiği gibi lanet, bedduaların ve cezaların en ağırıdır.
“Dediklerinden ötürü elleri bağlanasıca ve lanet olasıcalar” Bu cümlenin onların aleyhinde cimrilik ve fakirlikle bedduadır. Eğer denirse bugün dünya piyasasının Yahudilerin elinde olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Yahudilerin bugünkü durumlarıyla bir üstünlük ya da ekonomik bir rahatlık içinde iseler de, zillet ve meskenet tabiidirler. Bir insan zengin olur, kuvvetli ve güçlü olur. Fakat tabiatında zillet ve meskenet de bulunur. Zillet ve meskenetin silinip çıkması, izzet ve din, mefhumlarına yerini bırakmasıyla olur. Bugün Filistin’de müdafaasız ve silahsız çocukları, ihtiyarlan, kadınları, Sabra ve Şatilla gibi kamplarda öldürten, zehirli gaz ve bombaları bu müdafaasız kimselerin silinip gitmesi için kullananlar hakkında: “Bunların artık zillet ve meskenetleri yoktur, ondan kurtulmuşlar” denilmesi için epeyce düşünmek gerekiyor.
Kur’an’ın bu haberleri, gelecek nokta-i nazarına göre de, olabilirler. Biz dinimizin, genel mefhumundan bunların tamamen silinip gideceklerini, dünyada canlı ve cansız her şeyin bunlara düşman olacağını, —GARKAD — ağacından başka bunları koruyan hiçbir şeyin bulunmayacağını anlamaktayız. Bekleyelim, gelecek hadiseler Kur’an’ın daha güzel tefsiri olabilirler.
“Hayır, onun iki eli de açıktır ve nasıl dilerse öyle infak eder.” Hayır Allah’ın iki eli de açıktır. O’nun lütfu geniş atâsı (ihsanı) boldur. Her şeyin bütün hazineleri O’nun nezdindedir. Mahlûkatı üzerindeki her bir nimet yalnızca O’ndandır, Bizim muhtaç olduğumuz her şeyi gecede gündüzde, hazarda ve seferde, her türlü ahvalde yaratan O’dur.
وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَتَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ الإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ
“İstediğiniz her şeyden size vermiştir. Eğer Allah'ın nimetlerini sayacak olursanız bunu sayamazsınız. Doğrusu insan pek zâlim, çok nankördür.”
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ: أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ: " يَدُ اللَّهِ مَلْأَى لَا يَغِيضُهَا نَفَقَةٌ، سَحَّاءُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ، وَقَالَ: أَرَأَيْتُمْ مَا أَنْفَقَ مُنْذُ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضَ، فَإِنَّهُ لَمْ يَغِضْ مَا فِي يَدِهِ، وَقَالَ: عَرْشُهُ عَلَى المَاءِ، وَبِيَدِهِ الأُخْرَى المِيزَانُ، يَخْفِضُ وَيَرْفَعُ "
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’in rivayet edildiğine göre Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın eli doludur. Gecenin ve gündüzün bolluğunda verdiği her nafaka O’ndan hiçbir şey eksiltmez. Görmüyor musunuz gökler ve yeryüzü yaratıldığından beri O infak ediyor da elinde bulunan hiçbir şey eksilmiyor. O'nun arşı suyun üzerindedir. Öteki elinde kabız vardır. Onunla yükseltir ve düşürür. Allah Teâlâ kendine infak et diye buyurur.”
قَالَ اللهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى: يَا ابْنَ آدَمَ أَنْفِقْ أُنْفِقْ عَلَيْكَ
Yine buyurdu ki: [Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “(Ey Ademoğlu) İnfak et, ben de sana infak edeyim.”]
Hadîs-i şerif, kutsî hadislerdendir. hadîs-i kutsi: Mânâsı Allah'dan, lâfzı Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den sâdır olan hadislerdir.
Allah Teâlâ Hazretleri’nin: “İnfâk et ki, ben de sana infâk edeyim.” Buyurması, müşâkele tarikiyledir. Çünkü Allah Teâlâ’nın infâkı, hazinelerinden hiç bir şey azaltmaz. Allah Teâlâ’nın bütün nimetleri kulları içindir. O’nun kudret hazinesi boldur, dilediğine dilediği kadar verir. O’nun hazinesinden hiçbir şey eksilmez.
لَوْ أَنَّ أَوَّلَكُمْ وَآخِرَكُمْ وَإِنْسَكُمْ وَجِنَّكُمْ قَامُوا فِي صَعِيدٍ وَاحِدٍ فَسَأَلُونِي فَأَعْطَيْتُ كُلَّ إِنْسَانٍ مَسْأَلَتَهُ، مَا نَقَصَ ذَلِكَ مِمَّا عِنْدِي إِلَّا كَمَا يَنْقُصُ الْمِخْيَطُ إِذَا أُدْخِلَ الْبَحْرَ،
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den şöyle rivayet edilmiştir: [Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Sizden geçmiş ve gelecek olanlar, cinler ve insanlar bir araya toplansalar, her biri ayrı ayin arzularını benden isteseler ve hepsinin istediklerini versem, kudret hazinemden bir iğne ucunun denizden aldığı su kadar bile eksilmez”] İğne ucuyla denizden su alınamayacağına göre, Allah’ın kudret hazinesinden de hiçbir şey eksilmez.
“Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır...” Yani sana bir ayet indikçe, onu yalanlarlar. Böylece küfürlerinde battıkça batarlar. Azgınlıklarına azgınlık katarlar. Manası anlaşılacağı gibi, Allah’ın sana verdiği nimet, düşmanların Yahudiler ve benzerleri için bir felâkettir. Bu nimetler ile müminler nasıl daha çok salih amele ve faydalı bilgiye ulaşırlarsa, kâfirler de sana ve senin ümmetine hasetlerinden dolayı azgınlıkları artar. Anlamında da anlaşılır. Burada azgınlık anlamına gelen ‘Tuğyan’ kelimesi eşyada haddi aşmak ve aşırı gitmektir. Küfürlerini arttırır derken, burada küfür yalanlamak anlamınadır.
قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
“De ki: O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında ağırlık vardır ve o, onlara karşı (kalplerinde) bir körlüktür. İşte onlar kendilerine uzak bir yerden seslenilenler (gibi) dirler.”
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
“Biz Kur’an’dan müminlere şifa ve rahmet olanı indiriyoruz. Zalimlerin ise ancak hüsranlarını artırırız.”
“Aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefret saldık” Yani biz bütün Yahudilerin arasında düşmanlık ve nefreti saldık. Onların her bir fırkası, kesimi, diğerine muhalefet etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: تَحْسَبُهُمْ جَمِيعاً وَقُلُوبُهُمْ شَتَّى “Sen onları toplu ve birlikte sanırsın, hâlbuki onların kalpleri darmadağınıktır.”
Tarihte sık sık meydana gelen kavmiyetçi çatışmalar, dinî ihtilaflar ve sömürgeci menfaatler için ortaya çıkan değişik savaşlar bunu ispat etmektedir. Herhangi bir kimse Yahudilerin Filistin’deki oyunlarına aldanmasın; bu geçici bir durumdur. İşgal altındaki Filistin’de kurdukları birliğe aldanma. Bu, onlar İçin bir yaz serinliği gibi geçici bir şeydir. Bizim için de bir uyarıcıdır. Belki bu nedenle doğru yola döner ve dinimize sarılırız.
Kin ve düşmanlık psikolojik bir duygudur. Bunlar kültür vasıtasıyla nesilden nesile aktarılır. Yetişmiş olan nesil, yetişmekte olan nesle kin ve düşmanlık duygusunu aşılar. Kin ve düşmanlık duygularıyla yetişenler, kin ve düşmanlık bakımından bilenirler. İlk nesilde bir kartopu büyüklüğünde olan kin ve düşmanlık duygusu, gelecek nesillerde çığ halini alabilir.
Günümüzde olduğu gibi, komşu ülkelere karşı nesillerine kin ve düşmanlık duygusu aşılayanlar, onların gönül çevresini kirlettikleri gibi, kültürlerini de kirletmektedirler.
“Onlar ne zaman harb için bir ateş tutuştururlarsa, Allah o ateşi söndürür.”
Yani Yahudilerin fitnesini Cenab-ı Hak söndürür. Ne zaman Yahudiler toplanır ve harbe hazırlanırlarsa Allah onların dirliğini bozar, onlara başka kulları musallat kılar. Deniliyor ki, Yahudiler yeryüzünde fesadat yaptılar. Allah’ın kitabına (Tevrat’a) muhalefet ettiler, Cenab-ı Hak, Babil diktatörü Buhtunnasır’ı onlara musallat kıldı. Sonra tekrar ifsat ettiler. Cenab-ı Hak, Romalı Petros’u onlara musallat kıldı. Sonra tekrar ifsat ettiler, Cenab-ı Hak, Mecusileri (ateşperestleri), onlara musallat kıldı. 15. asırda tekrar ifsada yöneldiler. Allah, Kastilya ve Leon Kraliçesi I. Isabel ile Aragon Kralı II. Ferdinand’ı onlara musallat etti. Kraliçe I. Isabel ile Kral II. Ferdinand tarafından 31 Mart 1492'de Elhamra Sarayı’nda imzalanarak ilan edilen ve İspanya’da yaşayan Yahudiler Elhamra Kararnamesi ile ispanyadan kovuldular. Yani onlar durumlarını düzeltip, insanlık âleminden intikam alma niyetlerine koyuldukça, Allah onlara kullarından mutlaka bir gurubu musallat eder.
“Allah savaş ateşini söndürür.” Kin ve düşmanlık duyguları çığ halini alınca, milletler arası ilişkileri kızıştırır, hatta aynı milletin içindeki grupların arasında çeşitli savaş alevlerini yakar.
Yüce Allah Yahudilerin bir kısmının, ülkeler arasında savaşları kışkırtma alışkanlığı olduğunu söylemektedir: “Ne zaman, savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür.” Yahudilerdeki kin ve düşmanlık duyguları, sosyal hayatta fitneyi doğurmakta, fitne de savaş alevinin yakıtı olmaktadır. Ama onların gönlünde başlayan bu savaş alevini çoğu zaman yüce Allah söndürmüş ve söndürmektedir. Ayette geçen “her ne zaman” ifadesi, savaş ateşini yakma alışkanlıkları olduğunu göstermektedir.
“Savaş ateşini tutuşturma” ifadesini sadece sıcak çatışma olarak anlamak doğru olmaz. Çünkü ayette kıtal kelimesi değil, soğuk savaş da dâhil olmak üzere her türlü savaşı kapsayan harp kelimesi kullanılmıştır. Diğer yandan, ifadenin bağlamı göz önüne alındığında burada dinî ihtilafları ön plana çıkaran çekişmelerin kastedildiği de söylenebilir. Ayetten anlaşıldığına göre, asırlar boyunca Yahudilerin bozguncu tavırlarıyla sergiledikleri bağnaz tutumlar ve savaş duygularının harekete geçirilmesi için ortaya koydukları çabalar beklenen sonuçları vermemişse bunu ilahi bir lütuf olarak görmek gerekir. Son iki yüz yıldaki teşkilatlanmaları Müslümanların zafiyetinden kaynaklanmaktadır.
Macaristanlı Yahudi yazar Theodor HERZL’in kurduğu Siyonizm ve benzeri teşkilat ve doktrinler yalnız Filistin’de bir devlet kurmayı değil, İslâm ülkelerini içinden yıkmayı da amaç edinmektedir. Nitekim Emanuel Carasso ve Haim Naum’un çalışmaları da islam’ı yok etme yönündedir. Bugün hâlâ İslam ülkelerinin birleşememesinin asıl sebeplerinden biri ve başta geleni bu değil midir?
“(Artık) ne kadar savaş için bir ateş yaksalar Allah onu söndürür.” mealindeki ayette bir incelik var: Müslümanlar Kur’an’a sahip çıkıp onun gölgesi altında birleştikleri sürece, Allah Yahudi ve Hıristiyanların savaş ateşini söndürmüştür. Müslümanlar birlik ve beraberliklerini kaybedip Kur’an’ın gölgesinden uzaklaştıkları takdirde, Allah’ın sözü edilen savaş ateşini söndürüp söndürmeyeceğini bilemiyoruz.
Yakın geçmişte Yahudilerin Filistin’e yerleşip devlet kurmaları ve çevrelerindeki İslâm ülkelerine ağır darbe vurmaları hâlâ devam etmekte ve yaktıkları ateş yanmaktadır. Çünkü Müslümanlar henüz Kur’an’ın gölgesinde toplanıp bir güç oluşturamadılar.
“Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.”
Kin ve düşmanlık alevi gönüllerinde yer etmiş kimseler, insan ilişkilerini yozlaştırmayı, çürütmeyi artırmak ve dünyayı kirletmek için ellerinden geleni yapmaya çalışırlar. Çıkardıkları savaş alevini Allah söndürürken, bu ateş gönüllerinde devam eder, bu sefer yozlaşma, çürüme ve kirlenme denen fesada koşarlar. Bu onların her zamanki seciyelerinin bir parçasıdır. Fesat kelimesi çok yönlüdür: Ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda tezahür eder. Günümüzde Yahudilerin ekonomik alandaki başarısı ve Hıristiyanların kültür emperyalizminin birçok yönleriyle İslâm âlemini bitkin hale getirdiğini görmeyen göz kaldı mı? Hâlâ gaflet içinde bir ömür tüketen Müslümanlar varsa, kime ne diyelim?
Davut (Aleyhisselam) ve İsa (Aleyhisselam)’ın lanetini aldıkları için:
Peygamberlerinin davetinde peygamberlerine isyan ettikleri ve peygamberlerinin lanetini aldıkları için ki Davut (Aleyhisselam) Zebur da İsa (Aleyhisselam) İncil de onlara lanet etmiştir.
لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
İsrail oğullarından kâfir olanlar, Davut (Aleyhisselam) ve Meryem oğlu İsa (Aleyhisselam) diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.
Burada İsrail oğullarının taşkınlık ve nankörlükte ileri gitmeleri sebebiyle ilahi lanete uğramalarından söz edilmektedir.
Hz. Davud (Aleyhisselam)’ın İsrail oğullarına lanette bulunması, tefsirlerde genellikle, onların cumartesi günü yasağını ihlâl etmeleri sebebiyle ağır bir bedduaya maruz kalmaları ve maymuna dönüştürülmeleri olayı ile açıklanır.
Eyle veya İlya halkı, Cumartesi günü hududu aşıp av avladıklarından dolayı, Davud (Aleyhisselam): “Yarab! Aba gibi, laneti onlara giydir. Boğalar üzerindeki kemer gibi, laneti onların beline bağla!” diye beddua etti. Böylece Allah onları maymuna benzetmek suretiyle cezalandırmıştır.
Böylece isyanlarının ve Allah’ın emirlerine muhalefet etmelerinin dünyadaki cezasını görmüşlerdir.
Hz. İsa (Aleyhisselam)’ın onları lanetlemesinden maksadın ise Maide suresinin 112-115. ayetlerinde yer alan gökten sofra indirme mucizesine rağmen inkârcılıkta direnenler hakkındaki bedduası olduğu kaydedilir.
Maide ashabı (kendilerine sofra inenler) kâfir olduklarında Hz. İsa (Aleyhisselam): “Yarab! Bu maide (sofra)dan yedikten sonra kâfir olana âlemlerden hiç kimseye vermediğin bir azabı ver. Cumartesi ashabını (yasağını çiğneyenleri) lanetlediğin gibi onlara lanet et!” diye beddua etti. Hz. İsa (Aleyhisselam)’ın bedduasından sonra onları domuza benzetmek suretiyle cezalandırmıştır. Onlar böylece küfürlerinin ve isyanlarının cezasını görmüşlerdir. Bunlar beşbin kişiydiler. Onlar içinde bir kadın veya bir çocuk yoktu.
Anılan iki peygamber arasında 1000 yıldan fazla bir sürenin geçtiği ve lanet gerekçesi olarak “Sınırı aşıyorlardı” ifadesinin yer aldığı dikkate alınınca, ayette, bu kavmin ilahi gazabı hak ettirecek sapkınlıklarının süreklilik taşıdığına işaretin bulunduğu da gözden kaçmamaktadır.
Ayetteki Bu lanetin sebebi isyankâr davranmaları ve mütecaviz olmalarıdır, Yani Cenab-ı Hak isyanlarından ve daima mütecaviz hareket ettiklerinden dolayı onlara lanet etmiştir.
Bunun sebebi de Allah’a, Allah’ın elçilerine, kitaplarına karşı haddi aşmaları, kendi hevâ ve heveslerini Allah’ın dininin önüne geçirmeleridir. Kendilerini Allah’ın dinine uyduracakları yerde dini kendilerine uydurmaları sebebiyledir. Ve de onlar içlerinde kötülük yapanlara mani olmuyorlardı. Emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münker görevini ihmal ediyorlardı.
Günah, kötülük ve münkerin yayıldığı, ama bunları inkâra ve yasaklamaya ilişkin davetin de gittikçe zayıfladığı bir toplum bozguncu bir toplumdur. Çöküşün ve ilahi öç ve lanetin hedefidir.
İsrail oğullarından küfredenler, Zebur’da Davud (Aleyhisselam)’ın diliyle, İncil’de de Meryemoğlu İsa (Aleyhisselam)’ın diliyle lanetlenmişlerdi. Bu lanet, onların isyan etmeleri nedeniyle olmuştu.
Onların isyankârlıkta ve günah İşlemekte ısrar etmelerinin sebebini Cenab-ı Allah şu sözü ile açıklamaktadır: Onlar, birbirlerini, işledikleri günahtan ve yaptıkları suçlardan alıkoymamayı adet haline getirmişlerdi. Aksine, onların isyankâr ve günahkârları, ellerini tutacak bir kimse görmezlerdi. Zalim, yaptığı kötülükten dolayı kendisini engelleyecek bir kimse ile karşılaşmazdı. Bu nedenle aralarında anarşi yayıldı. Kötü ahlâk her yeri kapladı. Bunlar ise yok oluşun ve helakin habercisi olan uyarıcılardır. Allah’a ant olsun, onların yaptıkları ve işledikleri şeyler ne kötüdür. Bir millette pislikler ve hoş olmayan hareketler yaygınlık kazanır da bunları kınayıp protesto edecek kimseler bulunmaz, bu yapılan rezillikleri herkes görürse; işte o zaman nefislerdeki heybet, kalplerdeki hayâ duygusu gider. Bu kepazelikler de, insanlar için alışkanlık haline gelir. Doğal olarak, dinin gönüllerdeki egemenliği de ortadan kalkar. Kötülüklere engel olmak, dini korur ve muhafaza altına alır. İşlenen kötülüklere aldırmamak, özellikle din adamları ve dindarlar için bir suçtur. Bu korkunç zamanda, son kertesine varan yaygın haldeki kötülükler ancak toplumdaki bireylerin el ve güç birliği ederek fesadın kökünü kazımalarıyla giderilebilir.
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : " إِنَّ أَوَّلَ مَا دَخَلَ النَّقْصُ عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ، كَانَ الرَّجُلُ يَلْقَى الرَّجُلَ، فَيَقُولُ: يَا هَذَا، اتَّقِ اللَّهَ وَدَعْ مَا تَصْنَعُ، فَإِنَّهُ لَا يَحِلُّ لَكَ، ثُمَّ يَلْقَاهُ مِنَ الْغَدِ، فَلَا يَمْنَعُهُ ذَلِكَ أَنْ يَكُونَ أَكِيلَهُ وَشَرِيبَهُ وَقَعِيدَهُ، فَلَمَّا فَعَلُوا ذَلِكَ ضَرَبَ اللَّهُ قُلُوبَ بَعْضِهِمْ بِبَعْضٍ "، ثُمَّ قَالَ: {لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُدَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ} إِلَى قَوْلِهِ {فَاسِقُونَ} [المائدة:-7881]، ثُمَّ قَالَ: "كَلَّا وَاللَّهِ لَتَأْمُرُنَّ بِالْمَعْرُوفِ وَلَتَنْهَوُنَّ عَنِ الْمُنْكَرِ، وَلَتَأْخُذُنَّ عَلَى يَدَيِ الظَّالِمِ، وَلَتَأْطُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ أَطْرًا، وَلَتَقْصُرُنَّهُ عَلَى الْحَقِّ قَصْرًا"
Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace ve Ahmet İbni Hanbel de; Abdullah İbni Mesud (Raduyallahu Anh) şöyle rivayet etmiştir; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuş: “İsrail oğullarına ilk kötülüğün girmesi şöyle olmuştu: Bir kişi diğeriyle karşılaşır ve ey falanca Allah’tan kork da yaptığını terk et. Çünkü bu, senin için helâl değildir, derdi. Sonra ertesi gün onunla aynı fiil üzere karşılaşırdı ve onunla birlikte yemek içmek ve meclis ortağı olmalarını engellemezdi. Böyle yapınca, Allah Teâlâ da onların kalplerini birbirine çarptı. Sonra Hz. Peygamber “İsrail oğullarından küfredenler Davud (Aleyhisselam)’ın ve Meryem oğlu İsa (Aleyhisselam)’ın diliyle lanetlenmişlerdi...” (Maide 78-81) ayetlerini okudu ve arkasından şöyle buyurdu: Hayır, Allah’a ant olsun ki; siz, muhakkak marufu emreder ve münkerden nehy edersiniz. Ve zalim’in elinden elbette tutar ve onu zorla hakka meylettirirsiniz. Veya onu hak üzerinde tutarsınız.”
Tirmizi ve İbni Mace de bu hadisi Ali İbni Hüzeyme yoluyla rivayet eder. Tirmizi bu hadisi Bündâr kanalıyla Ebu Ubeyde (Raduyallahu Anh)’den rivayet eder, hasendir, garibtir, der. İbni Mace ise bu hadisi, İbni Beşşar kanalıyla Ebu Ubeyde (Raduyallahu Anh)’den mürsel olarak rivayet eder.
Ebu Davud ise bu hadisi, Halid İbni Hişam kanalıyla Abdullah İbni Mesud’dan rivayet eder. Sonra der ki: Aynı hadisi Halid... Abdullah İbni Mesud’dan rivayet etmiştir.
Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkerin önemine işaret eden bunun gibi daha birçok hadis-i şerif vardır.
Ne zamana kadar, Daha ne zamana kadar dinimizden yüz çevireceğiz ve daha ne zamana kadar kötülüklerimizden vazgeçmeyeceğiz? Bizler de aynı akibete duçar olmamak için Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkerden bir an bile vaz geçmemeliyiz.
Kur’an Nisa suresinde bunların lanetlenme sebebini şöyle özetliyor:
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِم بَآيَاتِ اللّهِ وَقَتْلِهِمُ الأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقًّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَاناً عَظِيماً وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَـكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِيناً بَل رَّفَعَهُ اللّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزاً حَكِيماً وَإِن مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيداً فَبِظُلْمٍ مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَن سَبِيلِ اللّهِ كَثِيراً وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُواْ عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَاباً أَلِيماً
“Sözlerinden dönmeleri, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve “Kalplerimiz kılıflanmıştır” demeleri sebebiyle (onları lanetledik, türlü belalar verdik. Onların kalpleri kılıflı değildir;) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna artık iman etmezler.
Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından ve “Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük” demeleri yüzünden (onları lanetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.
Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.
Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır.
Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık.
Menedildikleri halde faizi almalarından ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemelerinden dolayı içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık.”
Faiz lanet sebebidir
Bu ayet faiz ve gayri meşru kazancın da lanet sebebi olduğunu haber veriyor ki, bundan sakınılması gerekir. Ey Allah’ın kulları Kur’an’da faizden başka hiçbir yasağa (harama) karşı Allah harp ilan etmiyor.
فَإِن لَّمْ تَفْعَلُواْ فَأْذَنُواْ بِحَرْبٍ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُوسُ أَمْوَالِكُمْ لاَ تَظْلِمُونَ وَلاَ تُظْلَمُونَ
“Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, o zaman Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”
Bu ayet Kur’an’ı kerimin son inen ayetlerindendir. Faizli muamelenin Allah ve resulüne karşı harp açılması demek olduğunu bildiriyor. Faizden başka hiçbir yasağa (harama) karşı Allah harp ilan etmiyor.
Faiz yiyen kimselerden başka hiç bir haramı işleyenin kabrinden şeytan çarpmış gibi kalkacağına dair bir tehdit yoktur ancak Bakara suresinin 275. ayetinde faiz yiyenler kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacakları haber veriliyor.
Faiz malı eritir, Allah bereketi kaldırır. Kazanılanın bereketi olmaz. Faiz zenginin ekmeğini fakirin etini koparıp almaktır. Faiz haksız kazançtır, üretmeden tüketmektir. Faiz konusu irdelenmesi gereken en önemli konudur. Zira Allah’ın harp ilan ettiği kişi ya da toplumun iflah olmasıam imkân var mı? Yani hem Allah’a harb ilan edeceksin hem de kalkınmış müreffeh bir hayat yaşayacaksın, bu asla mümkün değildir.
Faize devam edenler Allah ve Resulü’ne karşı savaş açmış insanlardır. Ya da bunun ikinci manası da Allah ve Rasulü bu adamlara karşı savaş açmıştır. Allah ve Resulü’yle savaşa tutuşmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz?
Faize bulaşmamak, tüm faizli ilişkilerden uzak durmak sakınmak müslümanların her birine ayrı ayrı farzı ayın bir görev olduğu gibi, aynı zamanda toplumda faiz pisliğinin kökünü kazımak ve faizcilerle sonuna kadar savaş­mak da tüm müslümanlar üzerine içtimaî bir farizadır. Çünkü faiz öyle bir mikroptur ki onun yaşadığı toplumda tek tek müslümanların ondan kurtulmaları mümkün olmayacaktır. Günün birinde her biri bu pisliğe bulaşmak zorunda kalacaktır.
3- Yalancılık
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Yahudileri mubahaleye çağırdığı ayete bakın:
فَمَنْ حَآجَّكَ فِيهِ مِن بَعْدِ مَا جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْاْ نَدْعُ أَبْنَاءنَا وَأَبْنَاءكُمْ وَنِسَاءنَا وَنِسَاءكُمْ وَأَنفُسَنَا وأَنفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَل لَّعْنَةَ اللّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ
“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.”
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hz. İsa konusunda kendisi ile tartışanları toplantıya çağırmış ve iki taraftan hangisi yalancıysa, Allah'ın ona lanet etmesini dilemelerini istemişti. Fakat onlar işin sonundan endişe ederek lanetleşmeye yanaşmamışlardı. O zaman gerçek açık biçimde ortaya çıkmıştı.
Günümüzde batı insanı hristiyanlığın sömürüsüne alet olduğu için devlet nezdinde tutuyorlar. Ferd olarak düşünürsek, çoğunluğu hristiyanlığı savunmuyor. Papazların İncil’e sonradan kattıkları şeyler haklı olarak ferdlerin aklını karıştırıyor.
Bu gün bizler meclislerde, salonlarda, meydanlarda insanın olduğu her yerde İslam kültürü ve onun hayata yansıyan medeniyeti ile buyurun işte çocuklarımız, işte çocuklarınız, işte ailemiz, işte aileniz, işte medeniyetimiz işte medeniyetiniz gelin yarıştıralım diyebilmeliyiz.
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِباً أُوْلَـئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الأَشْهَادُ هَـؤُلاء الَّذِينَ كَذَبُواْ عَلَى رَبِّهِمْ أَلاَ لَعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ
“Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) Rablerine arz edilecekler, şahitler de: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir, diyecekler. Bilin ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir!”
Hem gerçeğe karşı hem de yalan ve iftira edilenlere karşı, Yalan ve iftira çok çirkin ve iğrenç bir suçtur ve zülümdür. Hele bu iftira edilen Allah ise!..
Cenab-ı Hak kendisine iftira edenlerin “insanların en zalimi” olduklarını ve ahirette bütün mahlûkat huzurunda rezil olacaklarını beyan etmekte, ayrıca kendi nefsine ve başkasına, Allah Tealâ’nın sıfatı, hükmü ve vahyi hususunda veya Allah’ın izni olmadan şefaat edecek kimselerin bulunması hususunda veyahut Meleklerin Allah’ın kızları olduğunu ileri süren Araplar, Üzeyr’in Allah’ın oğlu olduğunu ileri süren Yahudiler ve Mesih’in Allah’ın oğlu olduğunu ileri süren Hristiyanlar gibi ve Allah’ın meleklerden evlat edindiğini iddia etme gibi hususlarda Allah hakkında yalan uydurandan, ona iftira edenlerden kendi nefsine ve başkasına daha zalim bir kimse olamayacağını belirtmektedir.
Yani, Allah adına yalan uyduran bir gruptan daha zalimi yoktur. Çünkü bunlar, hem Allah adına yalan uydurmuşlar hem de O'nun ortağı ve çocuğu olduğunu iddia etmişlerdir.
Bu ayet, Allah adına yalan uydurmanın zulmün en korkunç şekli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü “Allah adına yalan uydurandan daha zalimi kim olabilir?” denmek suretiyle hüküm sert bir şekilde gözler önüne serilmiştir.
وَالْخَامِسَةُ أَنَّ لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَيْهِ إِن كَانَ مِنَ الْكَاذِبِينَ وَيَدْرَأُ
“Beşinci defa da: eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.”
Hilâl b. Ümeyye Peygamberimize gelerek Şerik isimli birisi ile karısının zina ettiğini iddia etmiş, o da dört şahit getirmezse kendisine iftira cezası vereceğini bildirmişti, Hilâl, “Ey Allah'ın elçisi, bir kimse karısının üzerinde bir erkek görürse şahit arar mı?” diye savunma yapmışsa da Peygamberimiz “Ya dört şahit veya sırtına sopa” diyerek ısrar etmişti. Hilâl doğru söylediğini ifade ederek işi Allah’a bıraktı, O’nun vahiy ile durumu aydınlatacağı ümidini dile getirdi, arkasından da mülâane (lânetleşme) âyeti diye anılan âyetler geldi. Bu ayet bunlardan biridir.
Yalan ve iftirayı engellemek maksadıyla öngörülen manevî müeyyidelere ek olarak lânetleşmenin camide yapılması uygun görülmüş, böylece alenilik de sağlanmıştır. Aksini de caiz gören ictihadlar bulunmakla beraber mülâaneye, âyetteki sıraya göre önce erkek başlar, Allah’ı şahit tutarak, karısını açık ve seçik bir şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler, beşincisinde “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın laneti üzerime olsun” der. Sonra karısı dört kere, Allah’ı şahit tutarak kocasının yalan söylediğini ifade eder, beşincisinde “Eğer o doğru söylüyorsa Allah’ın gazabına uğrayayım” der. Hâkim ve dinleyici topluluk huzurunda bu yeminleşme yapılınca bazı müctehidlere göre evlilik bağı da çözülmüş olur. Bazı ictihadlara göre ise tarafları hâkim karar vererek ayırır, evliliği sona erdirir.
عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ مَا كَانَ خُلُقٌ أَبْغَضَ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- مِنَ الْكَذِبِ وَلَقَدْ كَانَ الرَّجُلُ يُحَدِّثُ عِنْدَ النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- بِالْكِذْبَةِ فَمَا يَزَالُ فِى نَفْسِهِ حَتَّى يَعْلَمَ أَنَّهُ قَدْ أَحْدَثَ مِنْهَا تَوْبَةً. (من سنن الترمذي -قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ).
“Aişe (Radıyallahu anha)’dan rivayete göre, şöyle demiştir: Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hiç hoşlanmayıp kızdığı huy ve ahlak yalan söylemektir. Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanında bir kimse yalan söylerse o kişinin hemen tevbe edip o günahından dolayı temizlenmesini arzu ederdi.”
4- Ehli nifak
وَعَدَ الله الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا هِيَ حَسْبُهُمْ وَلَعَنَهُمُ اللّهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُّقِيمٌ
“Allah erkek münafıklara da kadın münafıklara da kâfirlere de içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir! Onlara bitip tükenmeyen bir azab vardır.”
Münafık erkekler ve münafık kadınlar, birbirlerinin tarafını tutarlar. Bir bütünün parçaları gibidirler. Çünkü aralarında amaç ve hareket birliği vardır. İnanç, konuşma ve tavır olarak birbirlerinden ayrılmazlar. Kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar. Bu onların kalp ve akıllarının bozulmuş olduğunun besbelli ifadesidir. Çünkü onların bu tutumları, aklı başında olan insanların tutumlarına tamamen zıttır. Bu sebeple Allah onları lanetliyor ve cehennemle tehdit ediyor.
Allah, erkek münafıklara, kadın münafıklara ve bütün kâfirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini va’detti. Bu, onlara yeter.” “Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azap vardır.” Bu azap daimidir; sonu gelmez, bitmez, tükenmez. Bu âyet-i kerime kâfirlere ve münafıklara yönelik en sert tehdidi içermektedir. Yüce Allah her iki grubu cehennem ateşiyle tehdit ediyor. Burada sonsuza dek kalacaklardır. Bu, sürekli ve hiçbir zaman sonu gelmeyen bir azaptır. Bir an bile onlardan ayrılmayacaktır. Bundan önce de Allah onları lanetleyecek, rahmetinden uzaklaştırıp hayırdan yoksun bırakacaktır.
Burada Evvela münafıkları söylüyor, sonra kâfirleri söylüyor. Yani tehlikesinin önemine de dikkat çekmiş oluyor.
Birinci derecede Müslümanlar için tehlikeli olan münafıklar, ikinci derecede tehlikeli olanlar kâfirler olduğuna da bu sıralama işaret etmiş oluyor.
Allah, münafık erkeklerle münafık kadınlara ve kâfirlere, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vadetmiştir. Burada münafıkların hem erkek­lerinden hem de kadınlarından söz edilmesi; onlardaki münafıklık vasfının umumiliğine ve nifak hastalığının kökleşmişliğine işaret etmektedir. Yine ayet-i kerimede kâfirlerin münafıklardan sonra gelmesi de, münafıklığın açık kâ­firlikten daha tehlikeli olduğuna işaret etmektedir, Kur'an-ı Kerim, onların bu cezalarıyla da yetinmemiş, aksine ceza ve azaplarını üç şeyle arttırmıştır ki, bu da onlara yeter. Evet, cehennemdeki cezalan, azap olarak onlara yeter. Dünyada ve ahirette Allah onları lanetlemiş rahmetinden kovmuş, ihsan edeceği başarılarından yoksun bırakmıştır. Ahirette, onlar için sürekli ve şiddetli bir azap vardır.
لَئِن لَّمْ يَنتَهِ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ وَالْمُرْجِفُونَ فِي الْمَدِينَةِ لَنُغْرِيَنَّكَ بِهِمْ ثُمَّ لَا يُجَاوِرُونَكَ فِيهَا إِلَّا قَلِيلاً مَلْعُونِينَ أَيْنَمَا ثُقِفُوا أُخِذُوا وَقُتِّلُوا تَقْتِيلاً
“Andolsun, münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar (fuhuş düşüncesi taşıyanlar), şehirde kötü haber yayanlar (bu hallerinden) vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler. Hepsi de lânetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler.”
“İkiyüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kötü haberleri yayanlar” bunların hepsi bir tek kişinin, yani münafıkların vasfıdır. Nitekim Süfyan bin Said Mansur’dan, o da Ebu Rezin’den şöyle rivayet ediyor: “Bu üç vasıf aynı şeydir ve münafıklar bu üç vasfı kendilerinde bulundurmuşlardır. Hem ikiyüzlülük yaparlar, hem kalplerinde küfür hastalığı vardır, hem de şehirde yani Medine-i Münevvere'de kötü haberler yayıyorlardı.”
Bazı müfessirler; “Onlardan bir grup vardı ki kötü haber yayarlardı. Bir grup vardı ki şüpheler saçmak için kadınların peşine düşerlerdi. Bir grup da Müslümanları daima şüpheye sokma, ya çalışırlardı” demiştir.
Cenab-ı Allah kendi zatına yemin ederek buyurmuş ki: “Şu münafıklar nifaklarından vazgeçmez ve kalp hastalığı ile kötü niyetten, bozuk şahsiyetten kaynaklanan çirkin amellerine son vermezlerse, Medine’de kötülük ile fitneyi yaymaktan uzak durmazlarsa, ey Muhammed seni onlara musallat kılarız!” (seni üzerlerine caydırıcı olarak göndeririz.)
Onlar melundurlar. Allah’ın rahmetinden kovulmuşturlar. İnsanlar tarafından terk edilmiştirler. Çünkü herkes tarafından tanınmaktadırlar: “Ve onlardan ölen birine asla namaz kılma” Onlar nerede görülürlerse yakalanıp dövülür, tahkir edilir ve cezalandırılırlar.
Kur’an-ı Kerîm bu üç gruptan, daha çok İslâm için büyük bir tehlike oluşturacak olan ve her gün birtakım sinsi faaliyetler içinde bulunan Yahudilere dikkatleri çekmekte ve tutumlarından vazgeçmedikleri takdirde yurtlarından kovulacakları tehdidinde bulunmaktadır. Şüphesiz ki Kur’an’ın bu tehdidi, onlara karşı son bir ültimatom anlamında idi. Nitekim Yahudiler buna rağmen uslanmadılar ve o yüzden yurtlarından çıkartılıp kovuldular.
İşte münafıklığın cezası budur. Her nerede görülürse öldürülürler. Bunda bir gariplik yoktur. Zamanımızdaki milletler, acıma nedir, bilmiyorlar. Casuslar ve diplomatlar aracılığıyla, sevmedikleri ülkeleri arkadan vurmaya uğraşmakta, dost görünerek düşmanlarıyla işbirliği İçine girmektedirler.
Kalpte nifak olmasından Allaha sığınırız. Bu ayeti kerimenin öğrettiği üzere Allah’a verilen sözden dönmek ve yalan söylemektir.
فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقاً فِي قُلُوبِهِمْ إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَا أَخْلَفُواْ اللّهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُواْ يَكْذِبُونَ
“Nihayet, Allah’a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar onların kalbine nifak (ikiyüzlülük) soktu.”
Allah yaptıklarının sonucunu onların kalplerine yerleştirmiş ve Kıyamet gününde kendisine kavuşacakları zamana kadar onu bir nifak kılmıştır. Allah bu nifakı onlara, Allah ile yapmış oldukları ahdi bozdukları için vermiştir. Ayrıca nifakın onların kalplerine yerleşmesinin diğer bir nedeni de sürekli yalan söylemeleridir. Onlar nifakta son raddeye ulaştılar, söz verdiler, sözlerinden döndüler, va’dettiler va’dlerine yine kendileri muhalefet ettiler. Konuştular yalan söylediler.
Ayette bu tip kişilerin yüreklerine nifakın yerleştirilmiş olduğu belirtilmekle beraber, yine ayetin açıklamasına göre bu tamamen onların kendi kusurları yani Allah’a verdikleri sözden caymaları ve yaptıkları yemini bozma bahanesi uydura uydura yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmeleri sebebiyledir.
Ayetin “kendi huzuruna çıkacakları güne kadar” diye mana verilen kısmından maksadın kıyamet günü olduğu anlaşılmaktadır.
Bu sözünü tutmamazlıktan ve yalancılıktan miras olarak Allah kalplerine nifakı yerleştirdi.
Sözünden caymak ve yalan söylemek, münafıkların en önemli sıfatlarmdandır. Nitekim Sahihayn’da,
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: "آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ : إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ"
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğu nakledilir: “Münafıklığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder.” Başka bir hadis-i şerifte de:
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : " أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا، أَوْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْ أَرْبَعَةٍ، كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنَ النِّفَاقِ حَتَّى يَدَعَهَا : إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ، وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ
Abdullah İbni Ömer’in rivayete göre Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurmuştur “Dört haslet vardır ki, kimde bulunursa, onu bırakıncaya kadar, onda nifaktan bir haslet bulunmuş olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, biriyle münazaa ve mücadele ettiği zaman haktan vazgeçip yan çizer.”
5- Ehli küfür özellikle geçmiş kavimlerinkâfirleri:
وَأُتْبِعُواْ فِي هَـذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلا إِنَّ عَاداً كَفَرُواْ رَبَّهُمْ أَلاَ بُعْداً لِّعَادٍ قَوْمِ هُودٍ
“Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde lânete tâbi tutuldular. Biliniz ki, Ad (kavmi) Rablerini inkâr ettiler. (Şunu da) bilin ki Hûd'un kavmi Âd, Allah'ın rahmetinden uzak kılındı.”
وَأُتْبِعُواْ فِي هَـذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ
“Onlar burada da, kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır!”
Yukarıdaki iki ayette işaret edilen, peygamberlerini yalanlayan bu lanetli kavimlerin dünyadaki laneti nesillerinden kurtulanlardır.
(Utbiu) lafzının tahlili ise Kıyamet gününde verilen bu armağan ne kötü bir armağandır yani lanetlenmiş olan bu kavimlerin lanetten sonra lanete duçar olmalarının Kur’an’daki açık delillerdir. Bunlar Nuh kavmi, Ad kavmi, Semud kavmi, Lut kavmi, Şuayip kavmi, firavun bunların kronolojik sırasını zaman ve mekân boyutuyla Kur’an’a göre düzenleye bilirsiniz. İnsanlığın ikinci babası olması hasebiyle Nuh (Aleyhi's-selam) ile başlayalım. Yemende iskân ettiğine itikat edilir. Tufandan sonra gemisi Türkiye’nin güneydoğusunda Diyarbakır’daki Cudi dağına indi. O kavmin yaşayanlarının neslinden lanete uğrayan bir nesil geldi. Ad kavmi ki şiddetli ve dondurucu rüzgârla evler yerinden koparılıp ireme gömüldükleri zaman onların zürriyeti dörtte biri boş olan ve Ummanla Suudi Arabistan arasındaki Ahkaf (kum tepeleri) Hadramut ta yaşıyorlardı. Oradan Hicaz’ın kuzeyine göç ettiler ki bunlar Semud ismiyle biliniyorlar. Onlar medayin dağlarını yurt edindiler. Başkentleritaştan yapılmış olan şu an Ürdün sınırlarında bulunan Patra idi. Kuyuları Şam çölünün ortasında elan Bayir olarak bilinen bölgede (Ürdün’de Erzak ile Cefr arasında) idi. Kabirleri şu an Ela denilen (Suudi Arabistan da Tebuk yakınlarındaki) bölgedir. Samut kavmi Ad kavminin Şam beldelerinde Amalika isimli şehirde olduğu biliniyor. Onlar azab edildikten sonra onların nesli Sodom Gomore (Ürdün de bulunan ölü deniz)’ye meab civarında (Ürdün’de Karak)a göçtü. Onlardan Lut kavmi zuhur etti. İşledikleri o şeni’ fiilden dolayı Allah yerin altını üstüne getirerek azap etti. Onların neslinden gelenler kuzey tarafında Şuayip kavimi çıktı. Ashabı Eyke (Sık ve birbirine karışmış orman) Medyen’e yerleştiler (halen Ürdün’deki salt veya Balka’). Kötü ameller yalanlamaları yüzünden karanlık bir günde Ürdün deki Şuayip vadisinde ya da Hamme bölgesinde Allah’ın azabı onları yakaladı. Onların nesli Kudüs’ü vatan edindiler. Ta ki firavun denizde boğulduktan sonra Mısır da köleleştirilen İsrail oğulları omlara karşı savaşana kadar. Azap olunan kavimlerin göç etmeyip yemende kalan nesillerini de unutmayalım. Ress halkı (büyük kuyu) gibi… Ayetlerden anlaşılıyor ki Semud kavminden birçok asır sonra geldiler. Furkan suresinde Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
وَعَاداً وَثَمُودَ وَأَصْحَابَ الرَّسِّ وَقُرُوناً بَيْنَ ذَلِكَ كَثِيراً، وَكُلا ضَرَبْنَا لَهُ الأَمْثَالَ وَكُلّاً تَبَّرْنَا تَتْبِيراً وَلَقَدْ أَتَوْا عَلَى الْقَرْيَةِ الَّتِي أُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْءِ أَفَلَمْ يَكُونُوا يَرَوْنَهَا بَلْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ نُشُوراً
“Âd'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında daha birçok nesilleri de (inkârcılıklarından ötürü helâk ettik). Onların her birine (uymaları için) misaller getirdik; (ama öğüt almadıkları için) hepsini kırdık geçirdik. (Resulüm!) Andolsun (bu Mekkeli putperestler), belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki, onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.”
Ey Muhammed! Âd kavmini de onlara hatırlat. Hud Peygamberi yalanladıkları zaman onların başlarına gelen musibetleri anlat. Hûd Peygamberin kardeşi Salih’i yalanladıkları zaman Semud kavminin başına gelen felaketleri de onlara anlat. Ress ashabını da Kureyşli müşriklere ve kâfirlere anlat.
“Res halkı” örülmemiş bir kuyunun etrafında hayvanlarıyla yaşayan, putlara tapan Yemame bölgesinde bulunan bir kavimdir. İhtimal ki Ress halkı Lut kavmi zamanında idi. Ad kavminin neslindendi ve Yemen de kalmışlardı ve Şuayip (Aleyhisselam) zamanında yaşamış Eyke ashabı ile çağdaşlardı. Kralları Müslüman oldu onları kendisine uymaya, hakka davet etti. Fakat onlar isyan ettiler.
Bu ayette bahis konusu edilen köy veya kasaba Sodom’dur. Bu, Lut Kavminin en büyük kasabasıydı. Oranın kadısı ve hâkimi Sodom isimli bir kişiydi. Darbı meselde “Bu adam Sodom'dan daha zalimdir” denilir. Cenab-ı Hak bu kasabayı, üzerine taş yağdırmak suretiyle helak etmiştir. İşte “Kötü yağmur”, “Kötülük yağmuru” budur. Böylece Cenab-ı Hak diğer kasabaları da helak etmişti. Onlar beş kasabaydı. Ancak onların içinde Zağar isimli bir kasaba helakten kurtuldu. Çünkü ora ehli kötülük yapmıyorlardı. (Bunlar İbni Abbas’tan rivayet edilmiştir).
Helak edilen birkaç kasaba olduğu halde Cenab-ı Hak bir kasabayı zikrediyor. Çünkü hepsinin helak sebebi aynıdır.
Onlar haşrı beklemiyorlardı. Ahiret cezasını gerektiren haşrın geleceğine inanmıyor, onu inkâr ediyorlardı. Hiçbir nefsin herhangi bir şekilde haşrolunacağına imanları yoktu. Hâlbuki bu kesinlikle olacak bir şeydir.
Hz. Hud (Aleyhisselam) kavmi olan “Ad kavmini” ve Hz. Salih (Aleyhisselam) kavmi olan “Semud kavmini” de hatırla. “Ashabı'r-Ress” putlara tapan, kuyuları ve davarları olan bir kavim idiler. Allah bunlara Hz. Şuayb (Aleyhisselam)’ı gönderdi. Onlar da onu yalanladılar. Onlar ress (örtülmemiş ve bina edilmemiş kuyu) etrafında otururlarken kuyu bu kimselerle ve evleriyle birlikte çöktü. “ve bunların” yani bu kavimlerin, Âd, Semud ve Ashabı’r-Ress kavimlerinin “arasında geçen birçok nesilleri de helak ettik.”
“Yemin olsun ki onlar” yani Mekke kâfirleri Şam’a yaptıkları ticaretleri esnasında “felâket yağmuruna tutulan kasabaya” yani Lût kavminin kasabalarının en büyüğü olan Sodom kasabasına “mutlaka uğramışlardır.” Çirkin fiilleri sebebiyle Allah o kasaba halkını taşlı yağmurla helak etti.
Kötü bir afet yağmuruna tutulup yok edilen millet: Kuvvetli bir ihtimalle Şam yolu üzerinde yer alan Lût kavmidir. Püskürtülen lavların altında taş yağmuruna tutulup ahlâksızlıklarının cezasını en acı şekilde tatmışlardı.
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَأَصْحَابُ الرَّسِّ وَثَمُودُ وَعَادٌ وَفِرْعَوْنُ وَإِخْوَانُ لُوطٍ وَأَصْحَابُ الأَيْكَةِ وَقَوْمُ تُبَّعٍ كُلٌّ كَذَّبَ الرُّسُلَ فَحَقَّ وَعِيد
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud da yalanlamıştı. Ad ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar). Eyke halkı ve Tübba' kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!”
“Ress halkı” hakkında yukarıda kısa bir açıklama yaptık. Burada tekrara lüzum yok. Ress halkının Ashab-ı Uhdud olduğu da söylenmektedir.
“Eyke halkı” sık ağaçlı bir ormanda yaşayan Şuayb (Aleyhi's-selam)'ın kavmidir. Şuara suresinde Eyke ashabına peygamber olarak gönderilen Şuayb (Aleyhi’s-selam) adıyla birlikte Eyke de zikredildi. Hud ve A’raf surelerinde ise Şuayb adı aynı sıfatla Medyen ile birlikte zikredilir. Şuara suresinde Eyke ashabının durumunu tanımlayan, Şuayb (Aleyhi’s-selam) tarafından özellikle onlara yönelik “Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın” hitabı Şuayb tarafından Medyen halkına A’raf ve Hud surelerinde yöneltilen hitapta da aynı tanımlama bulunmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki Eyke ashabı Şuayb’ın kavmi olan Medyen ashabıdır.
Bi’setten önce Necaşi, Kayser, Kisra lakabları gibi Tubba da kralların lakabıdır. “Tubba halkı” Yemen hükümdarı Tubba’nın hükmü altında yaşayan, Tubba el-Himyeri’nin kavmidir. Tubba müslüman olup, kavmini İslâm’a çağırınca onu yalanlamışlardı. Onlar Ad kavminden farklı bir kavimdir. Bir ayette o iki kavmi zikretmesi buna delildir.
Ayetlerde zikredilen sekiz kavim arasında dağılan ülkeye -ki Arap yarımadasıdır- dikkat çekmek yararlı olur. Onlar ise Tubba’, Ad, Semud ve Ress ashabı; dağılan diğer beldeler ise yarımadayla bağlantılıdır, onlar da; Nuh ve Lut kavmi. Eyke ve Firavun as­habıdır. Yakından veya uzaktan yarımadayla ilintilidir. Çünkü Allah vahyinin indirildiği, Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’nin seçildiği yerdir. Kervanlarının yolu üzerinde Semud, Lut kavmi, Eyke ashabının beldeleri bulunmaktadır. Mısır, Yemen, Irak’a varan kervanlar da vardır. Bu, Kur’an’ı dinleyenler tarafından bilinen, işitilen sahneler ve durumlarının hatırlatılmasıdır.
قَالَ ادْخُلُواْ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِكُم مِّن الْجِنِّ وَالإِنسِ فِي النَّارِ كُلَّمَا دَخَلَتْ أُمَّةٌ لَّعَنَتْ أُخْتَهَا حَتَّى إِذَا ادَّارَكُواْ فِيهَا جَمِيعاً قَالَتْ أُخْرَاهُمْ لأُولاَهُمْ رَبَّنَا هَـؤُلاء أَضَلُّونَا فَآتِهِمْ عَذَاباً ضِعْفاً مِّنَ النَّارِ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلَـكِن لاَّ تَعْلَمُونَ
“Allah buyuracak ki: “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında siz de ateşe girin!” Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lânet edecekler. Hepsi birbiri ardından orada (cehennemde) toplanınca, sonrakiler öncekiler için, “Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!” diyecekler. Allah da: Zaten herkes için bir kat daha fazla azap vardır, fakat siz bilmezsiniz, diyecektir.”
Sapık inançlar ve ideolojiler türetenlerle bunları benimseyip yaşatanlar âhirette Rabbimiz onlara buyuracak ki: Haydi bakalım girin cehenneme. Sizden önce insanlardan ve cinlerden sizin gibi düşünen, sizin gibi inanan, sizin gibi yaşayan, sizinle beraber aynı günahları işleyen, aynı zulümleri irtikâp edenlerle beraber girin cehenneme denilecek onlara.
Allah’ın yasalarını beğenmeyerek, Allah’ın ayetlerini reddederek keyiflerince bir hayat yaşayan tüm zalimler, Allah’a iftira eden, Allah’ı ve Allah’ın ayetlerini yok farz ederek heva ve hevesleri istikametinde bir hayat yaşamaya çalışan tüm zalimler cehennemde bir arada toplanacaklar.
Onlardan her bir ümmet, her bir grup oraya girdikçe, cehennemi boylayıp ateşle kucaklaştıkça kendi kardeşini lanetleyecek, kendi arkadaşına lânet yağdıracak. Yani dünyada aynı kategoride olanlar, dünyada aynı safta bulunan, aynı günahları işleyen, aynı günah ve zulüm çukurlarına birlikte batan, aynı zulümleri birlikte gerçekleştiren günah arkadaşına lânetler yağdıracak.
Evet lanetleşecekler. Sen yaptın! Allah belânı versin, sen teşvik ettin! Allah kahretsin sen yönlendirdin! Allah kahretsin keşke seni dinlemeseydim! Keşke seni hiç tanımamış olsaydım bütün bu yaptıklarımı bana sen yaptırdın! Senin hatırına bunları yaptım! Yok, sen yaptın! gibi orada birbirlerini lânetleyecekler, birbirlerini suçlayacaklar.
Mukatil, “Ateşe en son girenler daha önce girenlere tâbidirler, yani başlar, liderler daha önce, tâbileri daha sonra gelirler ve tâbiler, liderler için: ‘Ey Rabbimiz, bizi saptıran bunlardır’ derler. Yani ey Rabbimiz, bu önderlerle liderler, bizi hidayetten saptırdılar, şeytanın kulluğunu bize süslü gösterdiler, derler. Öyleyse onlara ateşten katmerli azap ver. Yani azapları kat kat olsun, demektir” dedi.
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا رَبَّنَا آتِهِمْ ضِعْفَيْنِ مِنَ الْعَذَابِ وَالْعَنْهُمْ لَعْناً كَبِيراً
Yüzleri ateşe çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Ne olurdu, keşke Allah’a itaat etseydik, resule de itaat etseydik!’ derler. ‘Ey rabbimiz! Biz liderlerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar.’ ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.’ derler.”
İşte bu cehennemlikler cehennemde toplanınca: Sonrakiler öncekilere diyecekler ki, yani cehenneme önce girip yerleşenlere sonradan gelenler, ya da mustaz’aflar müstekbirlere, tabi olanlar tâbi olunanlara, ya da arkadan gidenler önderlerine diyecekler ki: Ya Rabbi! İşte bizi saptıranlar bunlardır! Bizi dosdoğru yoldan bunlar saptırdı. Bizi senin yolundan, senin elçilerinin yolundan ve cennet yolundan saptırarak buraya kadar getirenler işte bunlardır! Bizim yazımızı değiştirenler bunlardır. Biz bunlar yüzünden kitabımızı tanıyamadık! Bizim kılık kıyafetimizi bunlar değiştirdiler. Biz senin istediğin gibi giyinemedik! Bizim hukukumuzla bunlar oynadılar! Senin hukukunla amel edemedik! Bizim eğitimimizi bunlar bozdular, biz senin dinini öğrenemedik! Senin dinini, senin hayat programını bunlar ilga edip kendi yasalarını onun yerine ikame ettiler, biz senin hayat tarzını yaşayamadık! Bizi saptıranlar bunlardır! Eğer bu adamlar olmasaydı biz senin istediğin gibi yaşayacak ve şimdi bu cehenneme gelmeyecektik! Binaen aleyh ya Rabbi bunlara azabın iki katını ver! diyecekler.
Bazı müfessirler ayetin tefsirinde şunu söylemişlerdir:
Dünyada geçen her ümmet, kendilerinden sonra gelen izleyicilerine gelip de yollarında devam eden etbalarına, “Sizin bizim üzerimizde herhangi bir fazlalığınız yoktur. Allah'a karşı isyanımızdan dolayı başımıza geleni bildiniz. Peygamberler bu hususu size getirip sizi uyardılar. Buna rağmen siz sapıklıktan ve küfrünüzden dönüş yapmadınız. Öyleyse azabı tadınız” derler!..
Evet, cehennemde, ateşin içinde aynı azabı paylaşan insanların tartışmalarını, birbirlerini suçlamalarını anlatıyor burada Rabbimiz. Demek ki bu iki grup da cehennemdedir. Demek ki mustaz’afların, zayıfların zayıflığı onları kurtaramayacaktır. Davar sürüsü gibi idarecilerinin kanunlarına itaat etmek zorunda kalmış bu insanların ne yapalım biz güçsüzdük, zayıftık, gücümüz kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gelmiyordu demeleri onları kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl vermişti, Allah onlara irade vermişti. Seçme hürriyeti vermişti, yanlışlarını gördükleri zaman onları terk etme iradesi vermişti Allah onlara.
Yine Kur’an’ın başka bir yerinde mustaz’afların şöyle diyecekleri anlatılır:
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا رَبَّنَا أَرِنَا الَّذَيْنِ أَضَلَّانَا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ نَجْعَلْهُمَا تَحْتَ أَقْدَامِنَا لِيَكُونَا مِنَ الْأَسْفَلِينَ
“İnkâr edenler: ‘Ey bizim Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi doğru yoldan saptıranları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım, böylece cehennemin en altında kalanlardan olsunlar.’ diyeceklerdir.”
Evet, o gün insanlar azabı boylayınca, cehenneme yuvarlanınca bakın şöyle diyeceklermiş. Ya Rabbi! Ne olur, şu bizim hayatımızı bozanları, bizim senin kitabınla diyaloglarımızı kesenleri, senin ayetlerinle aramıza girerek ayetlerini yasaklayanları, bize bozuk düzen programlar yaparak ve işte din budur diyerek bizi senin kitabından alıkoyanları, senin kitabınla tanışmamıza engel olanları, kendi kanunlarını, kendi talimatlarını senin ayetlerinin önüne geçirerek bizi senin kitabına gitmekten alıkoyanları, bizim gündemlerimizi değiştirerek senin kitabına ulaşma imkânlarımızı öldürenleri, başka kitaplar, başka önderler ihdas ederek senin kitabını ve peygamberinin sünnetini kamufle etmeye çalışanları bize bir göster. Göster ki onları ayaklarımızın altına bir alalım. Göster ki onları bir ezelim. Onları aşağıların aşağısı yapalım. Ya da onları cehennemin en esfeline yuvarlayalım diyecekler.
Evet, kendilerine Allah’ın ayetlerini anlatmayan, kendilerini Allah’ın kitabıyla tanıştırmayan babalarını, kocalarını, hocalarını, üstadlarını, komşularını, liderlerini arayacak insanlar. Onları ayaklarının altına almak için.
Onların bu serzenişleri karşısında Rabbimiz de buyurur ki:
Hayır, hayır sizin her birinize azabın iki katı vardır ama siz bilmiyorsunuz. Çünkü size göre onlar önderlerse siz de sizden sonrakilere nazaran öndesiniz. Sizi sizden öncekilerin ihmali saptırdıysa, sizi sizden öncekilerin size verdiği bozuk eğitim, bozuk miras saptırdıysa siz de sizden sonrakileri saptırdınız. Sizin onlardan farkınız ne? Bir sonrakilere göre siz de önde değil misiniz? Şöyle kafalarımızı ellerimizin içine alıp bir düşünelim.
Yâni eğer bizim sapıklığımız bizden öncekilerin bize bıraktıkları bozuk miras yüzündense, hep bundan şikâyet ediyorsak, peki o zaman söyleyin biz, bizden sonrakilere ne bırakıyoruz? Nasıl bir miras bırakıyoruz çocuklarımıza. Bizler şu anda bizden sonra yaşayacak çocuklarımıza nasıl bir yol bırakıyoruz? Arkamıza bıraktığımız yol, çoluk çocuğumuza bıraktığımız usul acaba yarın karşımıza nasıl bir sonuç çıkaracak? Acaba bizim arkamızdan gelenler de ya Rabbi bizi bunlar saptırdı. Bize öyle bir yol, öyle bir din bıraktılar ki biz de onu gerçek yol zannettik demeyecekler mi acaba?
وَنَادَى أَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابَ النَّارِ أَن قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقّاً فَهَلْ وَجَدتُّم مَّا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقّاً قَالُواْ نَعَمْ فَأَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ أَن لَّعْنَةُ اللّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ
Cennet ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. “Evet!” derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.
Cennetliklerle cehennemliklerin diyalogları konuşmaları anlatılıyor. Kur’an-ı Kerimin pek çok yerinde ve Resulüllah efendimizin Hadis-i Şeriflerinde beyan buyurulduğuna göre zaman zaman cennet ashabı cehennem ashabına, cehennem ashabı da cennet ashabına arz ediliyor gösteriliyor. Ve zaman zaman bunların arasında bir kısım konuşmalar cereyan ediyor.
Veya yine kimi hadislerden öğreniyoruz ki cennetliklere, cehennemliklerin yerleri hayatları gösteriliyor, cehennemliklere de cennetliklerin nimetleri makamları gösteriliyor. Bunun hikmetlerinden biri şudur: cennetlikler iki kere sevinsinler cehennemlikler de iki kere kahrolsunlar diye yapılıyor bu. Müminler amellerinin karşılığı olarak Rablerinin kendileri için hazırladığı gözlerin görmediği kulakların duymadığı cennet ve nimetlerini görünce bir sevinecekler, bir de kâfirlerin içinde bulundukları cehennem ve azabını görünce ikinci bir kere daha sevinecekler. Çok şükür ki dünyada bu kâfirler gibi yaşayıp bu cehenneme gitmedik diye. Cehennemlikler de dünyada yaşadıkları pis bir hayatın sonucu olarak boyladıkları cehennemi ve oradaki dayanılmaz azabı görünce bir kahrolacaklar bir de cennette müminlerin içinde bulundukları nimetleri görünce ikinci bir defa daha kahrolacaklar. Vah bize, yuh bize, yazıklar olsun bize demek şimdi biz bu cenneti kaybettik ha! diye ikinci bir defa daha kahrolacaklar mahvolacaklar.
İlahî ayet ve delilleri yalanlayarak vahyin rehberliğinin dışına çıkıp inanmayı sahte gururuna yediremeyen nankörler, çok geçmeden inanmadıkları o yüce kudretin önünde eğilip bir hiç olduklarını anlayacaklar.
Yüce Allah cehennemliklere azarlamak ve başlarına kakmak üzere yapılacak olan hitabı haber vermektedir.
Cennet ashabı cehennem ashabına seslenecekler ve diyecekler ki. Ey cehennem sohbetçileri! Ey ateşin dostları, ateş taraftarları! Bizler Rabbimizin bize peygamberler aracılığıyla vaad etmiş olduğu nimet ve ikramları hak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaat etmiş olduğu hakirliği, azap ve zilleti hak buldunuz mu? Rabbimiz dünyadayken yaşadığımız bir hayatın sonunda bize neleri vadetmişse biz onların tümünü hak bulduk gerçek bulduk. Hepsi de hak ve doğru. Haydi söyleyin bakalım acaba peygamberler diliyle size vaadedilen rezalet, zillet ve azabı, Rabbinizin size vaadetmiş olduğu cehennemi, hak buldunuz mu?
Bu soru cennetliklerin peygamberlerin kendilerine tebliğ etmiş olduğu rablerinin vaadini hak olarak bulduklarını cehennemliklere ifade ettireceklerini, buna karşılık cehennemlikleri de peygamberleri yalanlamak suretiyle, bizzat kendilerine karşı işlemiş oldukları cinayetler dolayısıyla azarlayacaklarını ihtiva etmektedir.
Bu azarlama, Yüce Allah tarafından olacaktır. Bunun akabinde ise meleklerin azarlaması da vardır. Onlar cehennemliklere şöyle diyeceklerdir: “İşte bu, yalanlamakta olduğunuz ateştir. Bu bir büyü müdür yoksa siz mi görmüyorsunuz? Haydi, boylayınız orayı. İster sabredin ister sabretmeyin, sizin için birdir; siz ancak yapmakta olduklarınızın karşılığını görüyorsunuz.”
Dünyada da Resulüllah efendimizin Bedir günü kâfirlerden öldürülüp “Kalib-i Bedir” denen çukura gömülen kâfirlere aynı şeyi sorduğunu biliyoruz. Bedir savaşunda müşriklerin ölüleri bu çukura doldurulmuş ve Allah’ın Resulü onların başında leşleri henüz dünyada iken azarlayarak şöyle seslenmişti: “Ey Hişamoğlu Ebu Cehil, ey Rabiaoğlu Utbe, ey Rabiaoğlu Şeybe - ve diğer elebaşlarının isimlerini saydı- Rabbinizin size vaat ettiğini hak buldunuz mu? Gerçekten ben Rabbimin bana vaat ettiğinin hak olduğunu gördüm.” Hz. Ömer şöyle sordu: “Ey Allah'ın Resulü! Sen leşe dönüşmüş bir topluluğa mı hitap ediyorsun?” Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olana yemin olsun ki, siz benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremezler.”
“Peygamberlerin diliyle Allah'ın bize vaadettiği nimet ve kerameti elde etmek suretiyle hak olarak bulduk. Acaba aynı peygamberler diliyle size vaadedilen rezalet, zillet ve azabı, siz de hak olarak buldunuz mu?” Cehennemliklerin cennetliklere verdikleri cevab ta: “Evet, biz de Rabbimizin peygamberlerin diliyle bize vaadettiklerini hak olarak bulduk” derler.
6- Haksız yere adam öldüren
وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُّتَعَمِّداً فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِداً فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَاباً عَظِيماً
“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”
Bir mümini kasten (taammüden) öldüren kişinin bu fiilinden dolayı cezası ise ebedî cehennem azabıdır, yani orada temelli kalacaktır. Allah ona gazap etmiştir, bu büyük cürmü, cinayeti işlemesinden ötürü ondan intikam alır, rezil ve rüsvay eder. Ona lanet etmiştir, yani onu rahmet-i ilâhisinden uzak kılıp ona büyük bir azap hazırlamıştır.
Kim bilerek, isteyerek, kasıtla, taammüden bir Müslümanı öldürürse onun cezası da içinde hiç çıkmamacasına, ebediyen kalmacasına cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır Allah korusun Bir Müslümanı öldürmek işte böyle cezası çok büyük bir günahtır. Öldürülür mü hiç bir Müslüman? Eğer Allah ve Resulünün belirlediği yasalar çerçevesinde bir Müslümanın öldürülmeyi hak etmiş bir cezası varsa onu zaten İslâm öldürecektir. Beriki Müslümanın onu öldürmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Allah insan canına çok büyük değer vermiştir ve Allah’ın verdiği canı almaya sadece kendisi yetkilidir. Bakın Allah diyor ki bile bile, şer’an öldürülmeyi hak etmemiş bir Müslümanın canını alan kişi ebediyen cehennemde kalacaktır.
İslâm’da insanın hayatı işte bu kadar değerlidir, muhteremdir, kimsenin ona kast etmesine İslâm izin vermez. Çünkü biliyoruz ki yeryüzünde dinin varlığı müminin varlığına bağlıdır. Yeryüzünde dinin yaşanması müminin varlığına bağlıdır. Yeryüzünde bin mümin varsa bilelim ki yeryüzünde bin müminlik bir din var demektir. Bin bir mümin varsa yeryüzünde bin bir müminlik bir din var demektir. Öyleyse bunlardan birinin yok edilmesi, yeryüzünde bir müminin canına kıyılması demek, yeryüzünde Allah’ın dininin eksiltilmesi demektir ki kimsenin buna hakkı yoktur. Şunu da unutmayalım ki Allah katında birle binin farkı yoktur.
Bu âyet bir mümini kasıtlı olarak ve düşmanlıkla öldürenle ilgili hükmü açıklıyor. Buna göre böyle bir suçu keffaret temizlememektedir. Çünkü Yüce Allah onun hakkında lanet ve cehennemde Allah'ın dilediği kadar yanma hükmü vermiştir. Şöyle buyuruyor: “Kim bir mü'mini kasıtlı olarak öldürürse, onun cezası, Allah'ın takdir ettiği kadar Cehennemde kalmasıdır. Allah ona öfkelenmiş, onu lanetlemiş ve kendisi için büyük bir azap hazırlamıştır.” Ancak öldürülenin ailesi bağışlamadığı sürece diyet ve kısas gereklidir. Eğer kısastan vazgeçer ve diyet isterlerse, diyet kendilerine verilir. Kısas isterlerse o zaman kısas cezasını uygulatırlar. Çünkü bu onların hakkıdır.
Allah’ın hakkına gelince: Öldürülen kişi O’nun kuludur. O’nu kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. Bir kimse onu öldürürse, kulun Rabbi öldürene karşı durur. Nitekim onu şiddetli ve korkunç bir tehdidle tehdid etmiştir. Bundan Allah’a sığınırız. Bu cezayı vermek de Allah’ın hakkıdır. Bu yüzden Yüce Allah: “Kim bir mümini kasıtlı olarak Öldürürse, onun cezası, içinde Allah’ın tayin ettiği kadar kalmak üzere cehennemdir. Allah ona öfkelenmiş, onu lanetlemiş ve kendisi için büyük bir azap hazırlamıştır,” buyurmaktadır.
O halde konumuzla ilgili âyette geçen, “İçinde devamlı kalacağı Cehennem” tabiri, günahın büyüklüğünü, yüklenilen vebalin ağırlığını belirtmeye yöneliktir. Nitekim:
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا
“Kim bir kişiyi, bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat (çıkarma suçundan dolayı) olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”
Mealindeki ayet adam öldürmenin ne kadar korkunç bir cinayet ve büyük bir günah olduğuna dikkatleri çekmektedir.
Bu ayette, mümin bir mümini eğer kasten öldürürse, öldürme suçunun büyüklüğüne işaret ediliyor. Umulur ki bu korkutma ve uyarı, günahların hafiflemesine, müminin kulak vermesine ve korkmasına sebep olur. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in hikmeti bu makamda bu hedefi tekit etmek için, özellikle bu suçun azameti üzerinde durmaktadır. Açıktır ki, bu ayet-i kerimeyle Allah Teâlâ müminin, kardeşinin kanı için özen göstermesinin gerekliliğine kasıttan öte hatayla da olsa müminin kanını dökmekten sakındırmaya şiddetle işaret edilmektedir.
Müminin kanının diğer bir mümin üzerindeki önemi ve bu günahın azameti konusunda Peygamberimizden birçok hadis zikredilmiştir.
Bu hadislerden birincisi Buhari, Müslim, İbni Mace, Nesai ve Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmiştir. Peygamber şöyle buyurdu. “Kıyamet günü kan, insanların kendi aralarında Allah Teâlâ’nın ilk hükmettiği şeydir.” Başka bir rivayete göre de kulun ilk hesap vereceği şey namazdır ve aralarında ilk hükmedilecek şey kan dökmek hakkındadır. İkincisi Buhari ve Ebu Davut’tan rivayet olunmuştur. “Mümin birisi haram kan akıtmadığı müddetçe dinde geniş ve rahattır.” Üçüncü bir rivayet Ebu Davud ve Nesai tarafından rivayet edilmiştir. “Müminin mümin bir kimseyi kasti olarak öldürmesi veya kişinin müşrik olarak ölmesi hariç, umulur ki Allah Teâlâ bütün günahları affeder.”
Dördüncü hadisi de Tirmizi ve Nesai rivayet etmiştir. “Allah katında Müslüman bir adamın öldürülmesi, dünyanın helak olmasından daha kötüdür.” Beşinci olarak da yine Tirmizi’den rivayet olunan hadise göre: “Eğer gökyüzü ehli ve yeryüzü ehli bir müminin kanının dökülmesine iştirak etseler, Allah Teâlâ onları ateşe atar.”
Şuna da işaret edelim ki kasti öldürmek, kendisi hakkında hüküm belirtilmemiş olarak terkedilmedi. İşte bu hüküm kısastır; yani nefse karşı nefsin öldürülmesi. İşte bu hüküm İsra suresinin 33. ayetinde “Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanımışızdır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin, zira o da yardım görmüştür” şeklinde beyan edilmiştir. Ve yine ayrıca Bakara süresindeki (178-179) ayetlerde beyan edilmiştir. Sonra bu hüküm (kısas) Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den gelen bir sünnettir. Şöyle ki Resulüllah maktulün yakınlarını diyet almak veya kısası tercih etmek noktasında serbest bırakmıştır.
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in bu hükmü, aynı zamanda Bakara süresinin 178. ayetinde açıkça beyan edilmiştir.
7- Cehennem ağaçlarından zakkum ağacı
وَإِذْ قُلْنَا لَكَ إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلاَّ فِتْنَةً لِّلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي القُرْآنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزِيدُهُمْ إِلاَّ طُغْيَاناً كَبِيراً
Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur’an’da lanetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.
Burada lanetlenen ağacın beni israilin soyağacı olduğu şeklinde tefsir eden âlimler de vardır. Bence bu şekildeki tefsir bir ihtimal değil tekit sadedindedir. Böylece bu ayetin tefsiri şöyle açıklanabilir:
Biz İsra olayını lanetli yapmadık ve o İsrail oğullarının neslini muhafaza altına almadık, ancak onlar yeryüzünde bozgunculuk için koştular halk için fitne arayışındalar. Düşünülen Fitne ve sapıklıkların hepsiyle korkuturuz, ancak onlar sapıttıkça sapıklık ve azgınlıklarıartar.
Göğün ve yerin harikulade şeylerinden sana Miraç gecesi açıkça gösterdiğimiz şeyleri Mekkeliler için bir imtihan ve deneme kıldık. Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu olayı haber verdiğinde onlar bunu yalanlamış, inkâr etmişler ve bazı kimseler de dinlerinden dönmüşlerdi. Buhârî, İbni Abbas'tan şöyle rivayet eder: O, İsrâ gecesinde Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’a gösterilen gözle görmedir. Uykuda görülen rüya değildir.
“Sana göstermiş olduğumuz temaşayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık.” Yani İsra gecesinde sana gösterdiklerimizi ancak insanlar için bir deneme ve bir sınama aracı kıldık. Böylelikle gerçek ve samimi müminler ile yalanlayıcı kâfirlerin insanlara karşı durumları açıkça ortaya çıksın, insanların bilmesi için ortaya çıkardık. Ama bu bize nispetle değil. Çünkü biz zaten gelecekte olacak her şeyi ezelden beri bilmekteyiz.
Bu mucizeyi bir takım kimseler yalanladı ve inkâr etti, başka kimseler de doğrulayıp tasdik etti.
Buharî, İbni Abbas’tan bu ayet-i kerime hakkında şunu söylediğini nakletmektedir: Buradaki rüya kelimesi Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’a İsra’ya götürüldüğü gece gösterilen göz ile gördüğü bir rüyadır. Arapça'da da: “Ben onu gözümle bir rüyet şeklinde ve rüya olarak gördüm.” denilir.
Miraç gecesi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimize temsilî ve gayr-i temsilî birçok hakikatler gösterilmiş ve bu büyük olay insanlar için ciddi bir imtihan, ayıklanma ve süzülme olmuştu. Nitekim Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, Miraç’ı ve gördüğü esrar ve hikmetlerin bir kısmını haber verince, doğru yoldan sapmış inkârcıların inkârını; inanmışların ise, iman ve irfanını artırmıştı. Ayetin son kısmında buna işaret edilerek, “Sana gösterdiğimiz tamaşayı ve lanetlenmiş ağacı sadece insanlara bir fitne (imtihan) kıldık..” buyurulmaktadır.
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in mirac gecesi gördükleri kâfirler için ve kalbi kaygan kişiler için bir imtihan olmuştur. Kâfirler Mirac gecesi meydana gelen Esra’yı inkâr etmekle, kalbi kayganlar tekrar küfre dönmekle imtihanı kaybetmişler.
“Biz onları lanetlenmiş ağaçla korkuturuz.” Buhari'nin İbni Abbas’tan rivayet ettiğine göre bu, zakkum ağacıdır. Lanetlenmesinden maksat, bunu yiyen kâfirlerin lânetlenmesidir, der. Günahkârların yedikleri karınlarında ateşin yükselmesi gibi yükselir. Allah’ın ilminde daha önceden onların azab görecekleri ve perişan olacakları yer aldığından bu, onların ancak azgınlıklarını, taşkınlıklarını daha da artırmaktan başka bir şeye yaramaz.
Kur’an’da lanetlenmiş ağaçla ilgili farklı rivayetler bulunmakla birlikte çoğunluğun yorumu bunun cehennemdeki “zakkum ağacı” olduğu yönündedir. Şevkânî, ayette bu ağacın bir fitne olarak gösterilmesini de şöyle açıklar: Cehennemde böyle bir ağaç bulunacağı bildirilince Ebu Cehil ile Abdullah b. ez-Ziba’rî gibi fırsatçı müşrikler, “Muhammed hem cehennemin taşı bile kavuracağını söylüyor hem de orada ağaç biteceğinden söz ediyor” diyerek Resulüllah’ı alaya almışlar, bunun üzerine söz konusu olan ayet inmiştir. Buna göre ağaçla ilgili olarak Kur'an'da verilen bilgi bir imtihandır; mümin bu bilgiye inanmakla imtihanı kazanmış, kâfir de inkâr etmekle İmtihanı kaybetmiş olur. Kâfirler diyorlardı ki nasıl olur da Cehennemin ortasında meyvalarıyla birlikte bir hurma ağacı olabilir? Kâfirler bunu söylerken gözle görülmeyeni görülene kıyas ederek söylüyorlardı.
“Ve Kur’an’da lanetlenmiş ağacı insanlara bir fitne (imtihan) kıldık..”
Bu, Saffat Suresi 62., Duhan Suresi 43- 44., Vakıa Suresi 51., Sebe suresinin 62-67. ayetlerinde sözü edilen Zakkum ağacıdır. Ayetlerde, cehennemin dibinden çıkan bu ağacın bir imtihan olduğu bildirilir.
Putperest müşrikler, Cehennemin dibinden çıkan zakkum ağacıyla ilgili ayeti duyunca, onu alay konusu edindiler. Aslında kendileri ne kıyamete, ne Cennet ve Cehenneme, ne de bu tür haberlere inanırlardı. Ne var ki bu ayet, onların büsbütün küfür ve taşkınlarını, müminlerin de iman ve irfanını artırmaya yaradı. Böylece her iki taraf da çetin bir sınav vermiş oldu. Allah’a dosdoğru iman edenler kazandı; maddeci inkârcılar ise, kaybetti.
Bizler suyun içindeki ateşi görenlerdeniz. Çakmak taşinın içinde binlerce ormanı yakacak ateşi biliriz. Yasin suresinin son ayetleri de; yemyeşil ağaçda ateşi yaratan Allah’ı bize tanıtmaktadır.
Dikkat edilsin: Bu ayetlerdeki Zakkum ağacı ile tabiatı süsleyen güzel çiçekli zakkum ağacı arasında bir alaka yoktur.
















İkinci Bülüm
Hadisi Şeriflerde Lanetlenenler
عَنْ عَائِشَةَ، قَالَتْ: " مَا لَعَنَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مُسْلِمًا مِنْ لَعْنَةٍ تُذْكَرُ، وَلَا انْتَقَمَ لِنَفْسِهِ شَيْئًا يُؤْتَى إِلَيْهِ، إِلَّا أَنْ تُنْتَهَكَ حُرُمَاتُ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ، وَلَا ضَرَبَ بِيَدِهِ شَيْئًا قَطُّ، إِلَّا أَنْ يَضْرِبَ بِهَا فِي سَبِيلِ اللهِ، وَلَا سُئِلَ شَيْئًا قَطُّ فَمَنَعَهُ، إِلَّا أَنْ يُسْأَلَ مَأْثَمًا، فَإِنَّهُ كَانَ أَبْعَدَ النَّاسِ مِنْهُ، وَلَا خُيِّرَ بَيْنَ أَمْرَيْنِ قَطُّ إِلَّا اخْتَارَ أَيْسَرَهُمَا، وَكَانَ إِذَا كَانَ حَدِيثَ عَهْدٍ بِجِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّلَام يُدَارِسُهُ، كَانَ أَجْوَدَ بِالْخَيْرِ مِنَ الرِّيحِ الْمُرْسَلَةِ "
Ayşe (Radıyallahu Anha)’dan, Şöyle dedi: “Resulüllah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hiçbir Müslüman’ı bilinen lanetle lanetlemedi. Allahın haram kıldığı haramlar ihlal edilmedikçe Nefsi için kendisine getirilen hiçbir şeyin intikamını da almadı. Allah yolunda vurması dışında elini hiçbir şeye vurmadı. Yasakladığı hiçbir şey istenmedi, ancak günah olarak istenirse müstesna. O (Sallallahu aleyhi ve Sellem), günahlardan insanların en çok kacanı idi. Asla iki şey arasında muhayyer olmazdı, şayet olursa kolay olanı seçerdi. Cebrail (Aleyhisselam) yeni bir şey getirdiği zaman onu tedris ettirirdi. Hayr bakımından, gönderilen /esen rüzgârdan daha iyi idi.”
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ قِيلَ يَا رَسُولَ اللَّهِ ادْعُ عَلَى الْمُشْرِكِينَ قَالَ " إِنِّى لَمْ أُبْعَثْ لَعَّانًا وَإِنَّمَا بُعِثْتُ رَحْمَةً "
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den Şöyle demiştir: Ya Resulallah! Müşriklerin aleyhine dua et! denildi.
“Ben lanetçi olarak gönderilmedim Ben ancak ve ancak rahmet olarak gönderildim!” buyurdular,
Bu rivayetler lanetten men etmekte ve onu âdet edinen kimsenin kıyamet gününde sefil olmak, şehadet etmek gibi güzel sıfatlara nail olamayacaklarına delildirler. Çünkü duada lanetten murat Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasıdır. Bu şekilde dua müminlerin ahlâkı olamaz. Allah Teâlâ müminleri birbirlerine acımak, yardımda bulunmak sıfatlarıyla vasıflandırmış; onları bir vücut gibi yaratmıştır, Mümin kendisi için dilediğini, din kardeşi için de isteyen kimsedir. Lanet duasında bulunan kimse ise din kardeşinin Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmasını ister ki; bu zıtlaşmanın ve birbirleriyle alakayı kesmenin son noktasıdır. Bundan dolayıdır ki; sahih bir hadiste:
“Mümine lanet etmek, onu Öldürmek gibidir.” buyurulmuştur. Zira katil Öldürdüğü kimseyi sadece dünya menfaatlarından mahrum eder. Lanetçi ise, ahiret nimetlerinden ve Allah’ın rahmetinden mahrum bırakır. Görülüyor ki, laneti âdet edinenler kıyamet gününde başkalarına şefaatçi ve şehit olamayacaklardır. Hâlbuki orada müminler günahkâr din kardeşlerine şefaat edeceklerdir.
Hadisteki şehitten ne kastedildiği hususunda üç kavil vardır. Bunların en sahih ve meşhuruna göre lanetçiler kıyamet gününde ümmetlere Peygamberlerinin tebligatta bulunduklarına şahitlik edemeyeceklerdir.
İkinci kavle göre dünyada şahit olamayacaklar; yâni fasıklıklarından dolayı şahitlikleri kabul edilmeyecektir. Üçüncü kavle göre Allah yolunda öldürülmek suretiyle şehit olamayacaklardır.
Buradaki lanetçilerden murat; onu âdet edinip daima söyleyenlerdir. Bir defa lanet eden kimse bu hükümde dâhil olmadığı gibi, şeriatın mubah kıldığı zalimlere lanet, Yahudilerle Hristiyanlara lanet; içkicilere, riba yiyenlere vesaireye lanet de bu hükümden hariçtir.
عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ - رضى الله عنه - قَالَ لَمْ يَكُنِ النَّبِىُّ - صلى الله عليه وسلم - سَبَّابًا وَلاَ فَحَّاشًا وَلاَ لَعَّانًا ، كَانَ يَقُولُ لأَحَدِنَا عِنْدَ الْمَعْتَبَةِ " مَا لَهُ ، تَرِبَ جَبِينُهُ "
Enes İbni Malik (Radıyallahu anh) şöyle demiştir: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sövücü, aşırı söz ve harekette bulunucu ve lanet edici değildi. O bizden birine darıldığında sadece “Ona ne oldu? Alnı toprak olası!” derdi.
Hattâbî dedi ki: Bu dua iki veçhe muhtemel olur: Biri “Yüzü yere düşsün de alnına toprak bulaşsın”, biri de bunun ona itâat duası olmasıdır ki, “Namaz kılsın da alnı topraklansın” demek olur.
Bu “Alnı toprak olası” sözünü Araplar hakikat manasına değil de, daha çok mecaz olarak kullanırlar. “Eli toprak olası”, “Yüzü toprak olası”, “Allah canını alsın” tabirleri de ekseriya hakikat manasına değil, mecazî manada kullanılır. Buna göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in bu “Alnı toprak olası” duası, hakikat manasına değil de, namaz kılıp secdede alnına toz toprak bulaşmasını temenniden ibaret olur.
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ " لاَ يَنْبَغِى لِصِدِّيقٍ أَنْ يَكُونَ لَعَّانًا ".
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Sıddık’a lanetçi olması yakışmaz.”
Sıddıkdan murat; İslam’ı kavli ve ameliyle tasdik eden halis müslümandır.
Yukarıda da arzettiğimiz gibi Buradaki lanetçilerden murat; onu âdet edinip daima söyleyenlerdir. Bir defa lanet eden kimse bu hükümde dâhil olmadığı gibi, şeriatın mubah kıldığı zalimlere lanet, Yahudilerle Hristiyanlara lanet; içkicilere, riba yiyenlere vesaireye lanet de bu hükümden hariçtir.
وعَنْ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ - صلى الله عليه وسلم - " لَيْسَ الْمُؤْمِنُ بِالطَّعَّانِ وَلاَ اللَّعَّانِ وَلاَ الْفَاحِشِ وَلاَ الْبَذِىءِ ".
Abdullah İbni Mes’ud (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Mümin ne ta'n edici, ne lanet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayâsızdır.”
Lanetli ülkeden kaçınılmalıdır, yani geçmiş kavimlerden Allah’ın azab ve gazabına müstahak olmuş ve lanetlenmiş olanların yaşadığı bölgelerde bulunmaktan kaçınılmalıdır…
عَنْ أَبِى صَالِحٍ الْغِفَارِىِّ أَنَّ عَلِيًّا - رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ - مَرَّ بِبَابِلَ وَهُوَ يَسِيرُ فَجَاءَهُ الْمُؤَذِّنُ يُؤَذِّنُ بِصَلاَةِ الْعَصْرِ فَلَمَّا بَرَزَ مِنْهَا أَمَرَ الْمُؤَذِّنَ فَأَقَامَ الصَّلاَةَ فَلَمَّا فَرَغَ قَالَ إِنَّ حَبِيبِى - صلى الله عليه وسلم- نَهَانِى أَنْ أُصَلِّىَ فِى الْمَقْبُرَةِ وَنَهَانِى أَنْ أُصَلِّىَ فِى أَرْضِ بَابِلَ فَإِنَّهَا مَلْعُونَةٌ.
Ebu Salih el-Gıffari demiştir ki; Ali (Radıyallahu anh) (Basra’ya) giderken yolu Bâbil’e uğradı. Müezzin kendisine ikindi namazını(n vaktinin girdiğini) haber vermeye geldi. (Ali karşılık vermedi). Bâbil’den çıkınca, müezzine emretti o da namaza kamet getirdi. Ali (Radıyallahu anh) namazı bitirince: Habibim, (sallallahu aleyhi ve sellem) beni, kabristanda ve Bâbil arazisinde namaz kılmaktan men etti. Çünkü Bâbil (in eski sakinleri) lanetlidir” dedi.
Bâbil, Irak’ın eskiden mamur ve meşhur bir şehridir. Sihri ve şarabı ilk defa burada yaşayanların buldukları söylenir. Kenan melikleri burada ikamet ederlerdi. Burada ilk yerleşenin ve imar edenin Nuh (aleyhi’s-selam) olduğu da söylenir. Bu rivayete göre Hz. Nuh oraya Tufan’dan sonra gelip yerleşmiştir. Ebu’l-Munzir, Bâbil şehrinin on iki fersah genişliğinde olduğunu, Fırat’ın, şehrin içinden aktığını, Buhtunnasr’ın şehrin sakinlerini korumak için nehrin yatağını sonradan değiştirdiğini söyler.
Hz. Ali’nin “Burası lanetlidir” sözünü söylemiş olması “buranın ahalisi lanetlidir, yani bugünkü yaşayanları değil de eski kavimlerden Allah’a isyan etmeleri, kendilerine gönderilen Peygamberlere karşı çıkmış olmaları, sebebiyle Allah’ın gazabına uğrayarak lanetlenmiş ve helak olmuş kişilerin bakiyeleri (cesetleri, mezarları)” sebebi ile olsa gerektir. Aksi takdirde geçmiş nesillerin günahını o gün yaşayan ve Müslümanlardan olan kişilere yükleyerek lanetlenmiş bir toplum olmalarının, İslam prensipleri ile bağdaşır tarafı yoktur. “Burası lanetlidir” tabiri Arapçada çok kullanılır, mecazidir. Zikrü’l-Mahal irâdetü’l-hâll kabilindendir. Yani mahal söylenir, içindekiler kastedilir. Çünkü mücerret manada bir yerin lanetli olması söz konusu olamaz.
Nemrut b. Kenan, İbrahim (Aleyhisselam)’ın zamanında buranın en büyük meliki idi. Zannınca semaya çıkmak ve sema ehli ile savaşmak için çok yüksek bir kule inşa ettirdi. Bir rüzgâr esti, onu yıktı ve tepesini denize attı. Sonra müthiş bir zelzele oldu. Binalarını yerle bir etti. Ahalisi binalarının altında kalarak helak oldu. Bu zelzelenin şiddetinden lisanları karıştı, bir­birlerinin sözünü anlamaz hâle geldiler. Bu yüzden buraya “Bâbil” denildi. İşte Hz. Ali buradan geçerken ikindi namazının vakti girdiği halde namazı kılmamış ve metinde geçen şeyleri söylemiştir.
عَنْ عَائِشَةَ أَنَّهَا كَانَتْ مَعَ النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- فِى سَفَرٍ فَلَعَنَتْ بَعِيرًا لَهَا فَأَمَرَ بِهِ النَّبِىُّ - صلى الله عليه وسلم - أَنْ يُرَدَّ وَقَالَ لاَ يَصْحَبُنِى شَىْءٌ مَلْعُونٌ.
Hz. Ayşe (Radıyallahu Anha)’den rivayete göre , Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte olduğu bir seferde, Hz. Ayşe (Radıyallahu Anha) kendisine ait bir deveye lanet etti. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), hemen bundan vazgeçmesini emretti. Ve buyurdu ki; “Bana lanetli hiçbir şey eşlik etmez.”
عَنْ أَبِي ذَرٍّ "أَنَّهُمْ كَانُوا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - فِي غَزْوَةِ تَبُوكَ فَأَتَوْا عَلَى وَادٍ، فَقَالَ لَهُمُ النَّبِيُّ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -: " إِنَّكُمْ بِوَادٍ مَلْعُونٍ ; فَأَسْرِعُوا ". لأنه واد تابع لثمود
Ebu Zerr el-Gıffarî (Radıyallahu anh)’den: Tebük gazvesinde Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte iken bir vadiye geldiklerinde Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onlara şöyle buyurdu: “Sizler lanetlenmiş bir vadidesiniz suratli geçin.” Çünkü o vadi semud kavmine ait bir vadi idi.
Amr b. Ebi Kurre’den (rivayet olunmuştur); dedi ki: Huzeyfe Medayin’de idi ve Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın öfke halinde sahabelerinden bazı kimseler için sarf etmiş olduğu sözleri (halka) aktardı. Bunları Huzeyfe’den dinleyenlerden bazıları da gider Selman’a haber verir ve Huzeyfe’den duyduklarını ona anlatırlardı. Selman da “Huzeyfe söylediği (sözün doğruluk derecesi) ni (benden) daha iyi bilir” derdi. Sonra da Huzeyfe’ye gelip:
“Senin sözlerini Selman’a anlattık. Seni ne tasdik etti ne de tekzip etti.” derlerdi. Huzeyfe (bir gün) sebze tarlasında bulunan Selman’a varıp; “Ey Selman benim Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’dan duyduklarımı tasdik etmekten seni engelleyen (sebep) nedir? dedi. Hz. Selman da (ona şöyle) cevap verdi:
“Gerçekten Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) (bazen) öfkelenirdi ve öfkeli iken sahabelerinden bazıları hakkında (bazı ağır) sözler söylerdi. Bazen da hoşnut olur ve hoşnutluk halinde sahabelerinden bazıları hakkında (sitayişkâr) sözler söylerdi. Artık sen (Hz. Peygamberden her duyduğun sözü nakletmeye) bir son vermiyor musun? (Eğer sen bu rivayetlerine devam edersen) Bazı kimselerin kalbine bazı kimselerin sevgisini, bazı kimselerin kalbine de bazılarının nefretini aşılarsın ve neticede bazı anlaşmazlıkların ve bölünmelerin meydana gelmesine sebep olursun. Oysa sen Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın bir hutbesinde:
أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- خَطَبَ فَقَالَ « أَيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِى سَبَبْتُهُ سَبَّةً فِى غَضَبِى أَوْ لَعَنْتُهُ لَعْنَةً فَإِنَّمَا أَنَا مِنْ وَلَدِ آدَمَ أَغْضَبُ كَمَا يَغْضَبُونَ وَإِنَّمَا بَعَثَنِى رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَاجْعَلْهَا صَلاَةً عَلَيْهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ».
“Ben, öfkeli iken Ümmetimden herhangi bir kimseye sitem ya da beddua edersem (bu bir insanlık halidir); çünkü ben de Âdemoğullarından biriyim. (Binaenaleyh) onların öfkelendiği gibi (bazen) ben de öfkelenirim (fakat Allah) beni âlemlere sadece rahmet için göndermiştir. (Bu sebeple ben rabbime: Ey Allah’ım, ben ancak bir beşerim, Müslümanlardan herhangi birisine, hak etmediği halde beddua ya da sitem edersem) kıyamet gününde bunu onun için bir rahmet kıl (diye dua ettim. Rabbim de bu duamı kabul etti)” dediğini bilmektesin. Allah’a yemin olsun ki ya bu sözlerine son verirsin ya da (bunu) Ömer’e mektupla bildireceğim.”
Bu hadis-i şerif Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in ümmetine gösterdiği dikkat ve şefkati beyan etmektedir. Bu mevzuda gelen rivayetlerin umumundan anlaşılıyor ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in bedduası ve sitemi bunları hak etmeyen birine yapılmışsa o kimse için rahmet ve kefaret olur. Yoksa hak edenler için böyle bir şey mevzu bahis değildir. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), kâfirlerle münafıklara beddua etmiş, fakat bu onlara rahmet olmamıştır. Burada şu sual hatıra gelebilir: Bedduayı hak etmeyen kimseye Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) nasıl beddua eder? Bu suale ulema iki vecihle cevap vermişlerdir. Birinci veçhe göre bedduayı hak etmemekten murat, kulun batında yani Allah indinde onu hak etmemiş olmasıdır. Zahire göre o kul bedduayı hak etmiştir. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şer’i bir emareye göre onun bedduayı hak ettiğine hüküm vermiştir. Çünkü o zahirle hüküm vermeye memurdur. Sırları bilen yalnız Allah’tır. İkinci veçhe göre Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in beddua etmesi, sitemde bulunması ve emsali şeyler kasten söylenmiş olmayıp, Arapların âdetine göre niyetsiz olarak dile gelen sözleridir. Muaviye hakkında: “Allah onun karnını doyurmasın!”
Ümmü Süleymin kızına: “Allah senin yaşını büyütmesin.” demesi hep bu kabildendir. Bunlardan duanın hakikati kastedilmemiştir. Mamafih Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu sözlerden birinin icabet saatine rastlayarak kabul edileceğinden endişe duymuş ve Hak Teâlâ hazretlerine niyaz ederek bu sözlerin muhatapları hakkında rahmet, kefaret ve sevap olmasını dilemiştir. Şu da muhakkaktır ki Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu gibi sözleri pek nadir söylemiştir. Kendisi kötü söz söylemez, kimseye lanet etmez, şahsı için kimseden intikam almazdı. Nitekim ashab Devs kabilesine beddua etmesini istedikleri halde, O: “Ya Rab, Devs’e hidayet ver” diye dua etmiş. Kavmi kendisine nice eza ve cefalarda bulundukları halde:
“Allah’ım, kavmimi af buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar.” diye niyazda bulunmuştu.
Ve başka bir hadise: Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in kendisine muhalif olanları veya davetiyle savaşanları ve Allah’ın nurunun yeryüzüne yayılmasıyla mücadele edenleri lanetlemesi yasak değildir. Daha sonra ıslah olursa, Abdullah bin Ebî Sarh’ın şahsında olduğu gibi, lanet ondan kaldırılır: Bu adam vahiy kâtiplerinden biriydi ve Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’inki gibi bir Kur'an yazabileceği ve kendisine de vahyedildiği bahanesiyle irtidad etti. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun kanını heder kıldı ta fetih zamanında tövbe edip Müslüman olana kadar da öyle kaldı. İslam’a dönüşü iyi oldu. Akrabası üçüncü halife Osman zamanında Rumlarla yapılan ilk deniz savaşına kumandanlık etti. Yelkenlilerin olduğu bir donanmaydı. Bihakkın Yermük deniz savaşı idi. Donanmanın en büyüğü idi. Allah’ın izniyle zafer onun eliyle gerçekleşti. Daha sonra Tunus valisi oldu. Küfür, sadakatsizlik ve günah lanettir, iman ve itaat Tevfik ve hidayettir.
1- Yahudi ve Hristiyanlar
عَنْ عَائِشَةَ - رضى الله عنها - عَنِ النَّبِىِّ - صلى الله عليه وسلم - قَالَ فِى مَرَضِهِ الَّذِى مَاتَ فِيهِ ” لَعَنَ اللَّهُ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى ، اتَّخَذُوا قُبُورَ أَنْبِيَائِهِمْ مَسْجِدًا “
Aişe (Radıyallahu anha)’den; şöyle demiş:
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vefat ettiği hastalığında: “Allah Yahudilerle, Hristiyanlara lanet eylesin Peygamberlerinin kabirlerini mescid yaptılar.” buyurdular.
Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’ın ahiret âlemine göçeceği sıralarda, Yahudiler’in ve Hrıstıyanlar’ın Peygamber kabirlerine ibadetlerinden ve ibadeti andırır ihtiram ve saygılarından şiddetli bir ilençle (beddua) bahsetmesi, ümmetini Yahydi ve Hristiyanlar’ın bu müşrikçe ve cahilane hareketlerinden men’ etmek ve sakındırmak içindir. Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in Peygamber olarak gönderilmesinde en büyük hedef, insanlığın türlü ihtiraslarıyla bozulan bu tevhîd akidesini aslî safveti ile insanlara Öğretmekti. İşte bu sebeble ölüm hastalığında bile ümmetini bu nevi cahiliyet ve müşriklik âdetlerinden şiddetle sakındırmayı ihmal etmemişti. Ki, bu hâldeki bu tenbihi çok daha beliğ olmuştur. Kaldı ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu ve benzeri tavsiyelerini birçok defalar çeşitli vesilelerle hutbelerinde, vazlarında tekrarlamış bulunuyordu.
Hz. Âişe: Böyle bir endîşe olmasaydı sahabiler, Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’ın kabrini açık bırakırlardı. Lakin ben onun mescid edinilmesinden korkarım, demiştir Hz. Âişe’nin dediği gibi, böyle kabre taabbüd endîşesi olmasaydı, müslümânlar Peygamber’in kabri üzerine girmeye mâni’ bir bina kurmazlardı. Kabri perdesiz olarak halkın ziyaretine açık bulundururlardı. Âişe’nin izhâr ettiği bu endîşeye bakarak, şârih Aynî, kabrin açık tutulmasını men eden bizzat Âişe olmak icab eder diyor.
عن جابر وعن أبي هريرة وعَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ سَمِعْتُ عُمَرَ - رضى الله عنه - يَقُولُ قَاتَلَ اللَّهُ فُلاَنًا ، أَلَمْ يَعْلَمْ أَنَّ النَّبِىَّ - صلى الله عليه وسلم - قَالَ " لَعَنَ اللَّهُ الْيَهُودَ ، حُرِّمَتْ عَلَيْهِمُ الشُّحُومُ ، فَجَمَّلُوهَا فَبَاعُوهَا. " ويقصد بتجميل الشحوم إذابتها
Cabir, Ebu Hüreyre’den oda İbni Abbas’tan rivayetle şöyle demiştir; Ömer, Semure’nin biraz şarap sattığını duydu ve şöyle dedi: “Allah, Semure’yi mahvetsin! Allah Resulü’nün (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) “Allah, Yahudileri lanetlesin, çünkü içyağı onlara yasaklanmıştı da, onu eritip sattılar” dediğini bilmiyor mu?”
Bu son hadiste kastedilen, Yahudiler Haram olanı satıp parasını yiyorlardı. Oysa Yemek te satmak ta haramdır ve dini manipüle etmeğe izin verilmez.
Hz. Ömer (adıyallahu anh)’in öfkelendiği bahsi geçen kişi ashab-ı kiramdan Semûre b. Cündüb (Radiyallahü anh)’dir.
Yani Semure’nin şarap satması, Yahudilerin eritilmiş leş yağını satmaları gibidir. Alınması haram kılınan her şeyin satılması da haram olur. Evet, eritilmiş yağı kandilde aydınlanmak için kullanmak haram değildir. Yahudiler aleyhindeki dua, ancak mecmu’ üzere tertip edilmiştir. Bu hadiste, birbirine benzer meselelerde kıyas kullanılması ve şarap satmanın haram kılınması hükümleri vardır {Kastallânî).
İbni Abbas (Radiyallahü anh) hadisinde bahsi geçen Semûre, ashab-ı kiramdan Semûre b. Cündüb (Radiyallahü anh)’dir. Şarabın haram kılındığı her tarafta şuyû bulduğu halde Hz. Semûre gibi bir sahabe-i celilin onu nasıl satabildiği meselesi üzerinde durulmuş; neticede şaraptan sirke yapmak suretiyle onun ismini değiştirdiği kanaatine varılmıştır; nitekim ölü hayvanın iç yağı haram kılınınca yahudiler bu yağı eriterek satmışlar ve bir nevi tevilde bulunmuşlardı.
İsmaili (277-371) : “El-Medhal” namındaki kitabında bu hususta şu mütâleayı yürütmektedir: Caiz ki, Semûre (Radiyallahü anh) şarabın haram kılındığını biliyor, fakat onun satışının da haram olduğunu bilmiyordu. Eğer hal böyle olmasa idi Hz. Ömer onun bu yaptığını ikrar ve kabul etmez; bilâkis bilerek yaptığı için onu valilikten azlederdi.
Ölü hayvanın iç yağının haram kılınmasından murat yenmesidir. Yenmesi haram kılınınca yahudiler ondan eritip satmak suretiyle istifadeye başlamışlar. “Ecmele” ve keza “cemele” fiilleri eritti manasına kullanılırlar.
Hüküm itibariyle bu rivayetler de yukarıki Câbir (Radiyallahü anh) rivayeti gibidirler. Hz. Ömer (Radiyallahü anh) rivayeti muayyen bir âsiye lanet edilebileceğine delâlet ediyor. Mamafih Ömer (Radiyallahü anh)ın bu sözü şiddet ve tağliz için söylemiş olması da bir ihtimaldir. Çünkü Araplar lanet sözünü hakiki manada değil, mecazen bir şeyden menetmek manasında kullanırlar.
El-Hafız, el-Fetih’te bu hadisin izahı bölümünde özetle şu bilgiyi verir:
“İbnü’l-Cevzî, Kurtubi ve başkalarının dediğine göre Semûre (Radıyallahü anh)’in içki satması meselesi hakkında üç görüş beyan edilmiştir:
1. Semûre (Radıyallahü anh), söz konusu içkiyi Ehl-i kitab olan gayri müslimlerden cizye denilen vergi yerine teslim almış ve onlara satmıştır. Semûre böyle yapmakta bir sakınca olmadığını sanmıştı. İbnü’l-Cevzi bu arada şöyle der: Eğer Semûre böyle yapmayıp da onlara: Siz içkinizi satın da bedelini vergi olarak verin, deseydi uygun olurdu, çünkü bu takdirde kendisi haram kılınan bir işleme girişmiş olmazdı, der.
2. Hattâbî: Muhtemelen Semûre (Radıyallahü anh) gayri müslimlerden vergi olarak aldığı üzüm şirasını, şarap yapan kimselere satmış. Çünkü üzüm şırasına da Hamr denilir. Nasıl ki üzüme, Asîr denilir. Hâlbuki Asîr, şira demektir. İçki satmanın haramlığı hükmü her tarafa yayıldıktan sonra Semûre (Radıyallahü anh)’in içki satması düşünülmez, böyle bir şey yapması sanılmaz. O olsa olsa üzüm şirasını içki imâl edene satmış olabilir, der.
3. Şu ihtimal de vardır: Semûre (Radıyallahü anh) şarabı, sirkeye dönüştürdükten sonra sirke olarak satmıştır. Şarabı sirkeleştirmek, yani bir müdahale neticesinde sirkeye dönüştürmek onu helâl etmez. Ömer (Radıyallahü anh) bu görüşte idi. İlim ehlinin çoğunluğu da bu görüştedir. Semûre (Radıyallahü anh) ise bunun caiz olduğu kanısında olmuş olabilir. Nitekim bazı ilim adamları bu görüştedir. Yani şarap kendiliğinden sirkeye dönüştüğü zaman helâl olduğu gibi bir müdahale neticesinde sirkeye dönüştürülmesi hâlinde de helâl olur.
Kurtubi ve İbnü’l-Cevzi yukardakı görüşlerden birincisine taraftar olmuşlardır.
Hadiste yahudilere büyük baş ve küçükbaş hayvanların iç yağlarının haram kılındığı hükmüne işaret edilmektedir. Bu hüküm En’am suresinin 146. ayetiyle sabittir.
وَعَلَى الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا كُلَّ ذِي ظُفُرٍ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا إِلاَّ مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا أَوِ الْحَوَايَا أَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ذَلِكَ جَزَيْنَاهُم بِبَغْيِهِمْ وِإِنَّا لَصَادِقُونَ
Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan, ya da kemiğe karışan yağlar dışında, sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram ettik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.
Yahudiler; kendilerine hayvanın iç yağlarını yemeleri haram kılınınca bunun hilesine kaçarak yağları eritip satma yolunu tutmuşlar ve bu hileye başvurmaları nedeniyle lanetlenmişlerdir. Bir müslümanın içmesi haram olan içkiyi satması da böyledir.
Hz. Ömer (Radıyallahü anh)’in; sözü Semûre (Radıyallahü anh)’a bir beddua veya lanetleme anlamında değil, bir öfke ifadesidir. Araplar bu sözü öfke anlamında kullanırlar.
Bu Hadisten Şu Hükümler Çıkarılmıştır
1. Hatalı hareket eden müslümanları yermek ve onlara kızmak meşrudur.
2. Haram olan bir şeyi hileli yollarla helâl etmeye çalışmak batıl ve geçersizdir, yasaktır.
3. İçki satışı kesinlikle haramdır. İbnü’l-Münzir ve başkası bu hususta icmâ bulunduğunu nakletmişlerdir.
4. Haram olan bir şeyin bedeli ve karşılığı da haramdır.
5. Müslümanın gayrimüslim kimseye içki satması haramdır,
6. Birbirine benzeyen meseleler arasında mukayese yapmak caizdir.
Harama vesile olan hileyi iptal etmek, birbirine benzeyen şeylerde kıyasa müracaatta bulunmak dahi babımız hadislerinden çıkarılan hükümlerdendir.
عن ابْنُ عَبَّاسٍ قَالَ كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم قَاعِداً فِى الْمَسْجِدِ مُسْتَقْبِلاً الْحَجَرَ - قَالَ - فَنَظَرَ إِلَى السَّمَاءِ فَضَحِكَ ثُمَّ قَالَ " لَعَنَ اللَّهُ الْيَهُودَ حُرِّمَتْ عَلَيْهِمُ الشُّحُومُ فَبَاعُوهَا وَأَكَلُوا أَثْمَانَهَا وَإِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ إِذَا حَرَّمَ عَلَى قَوْمٍ أَكْلَ شَىْءٍ حَرَّمَ عَلَيْهِمْ ثَمَنَهُ ."
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’in şöyle dediği rivayet edildi: “Allah Resulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) camide oturuyordu. – Dedi ki – güldü gökyüzüne baktı ve sonra dedi ki; “Allah, Yahudileri lanetlesin, çünkü içyağı onlara haram kılınmıştı da, onu sattılar parasını yediler. Hâlbuki Allah bir kavme bir şeyi yemeyi haram kılarsa parasını da haram kılar.”
عَنِ ابْن مَسْعُود، قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: "لَعَنَ اللهُ عُلَمَاء بَنِي إِسْرَائِيل إِذْ خَالطوا الظَّالِمين فِي مَعَايشهمْ"
İbni Mesud (Radıyallahu anh)’in rivayetine göre, Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Benî İsrâil âlimleri, maişetlerinde zalimlere karıştıkları için Allah Teâlâ onlara lânet etmiştir.”
عن ابن مَسْعُودٍ قال: قال رسولُ اللَّه صلى الله عليه وسلم : لما وقعت بنو إسرائيل في المعاصي نهتهم علماؤهم فَلَمْ يَنْتَهُوا، فَجَالَسُوهُمْ في مَجَالِسِهمْ، وَوَاكَلُوهُمْ، وَشَارَبُوهُمْ، فَضَربَ اللهُ قُلُوبَ بَعضِهِمْ بِبَعْضٍ, وَلَعَنَهُمْ عَلَى لِسَانِ دَاوُدَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ، ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَكَانُوا يَعتَدُونَ، فَجَلَسَ رَسُولُ الله صلى الله عليه وسلم وكان مُتَّكِئًا فَقَالَ: لا والَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ حَتَّى تَأطرُوهُمْ عَلَى الحَقِّ أطرًا.
Abdullah b. Mesud (Radıyallahu anh)’den rivayete göre, Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “İsrail oğulları isyan ve günahlara batıp gittiklerinde Âlimleri onları sakındırdılarsa da onlar vazgeçmediler. Sonra Âlimleri de onların meclislerinde onlarla birlikte oturup onlarla birlikte yediler ve içtiler. Allah’ta onların kalplerini birbirine benzetti ve Maide suresi 78. ayete göre Dâvûd ve İsa’nın diliyle lanetlendiler.” İbni Mesud şöyle devam etti: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), yaslanmış iken doğruldu ve “Hayır hayır canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki sizler de aranızda ki günahkarlara gerektiği şekilde engel olmadıkça kurtulmanız mümkün değildir.”
Hadisten anladığımıza göre İsrail oğullarından bazıları; kötülük yapan, günah işleyen arkadaşlarını görürler onları yaptıklarından men ederler, o asi günahkarlar dinlemeyip günaha devam ederlerdi de onlar sanki hiçbir şey olmamış gibi onlarla birlikte otururlar yerler ve içerlerdi. Günahkârlara gönüllerinde hiçbir buğz ve kırgınlık beslemezlerdi. Bu yüzden Allah kötülük yapmayanların kalplerini de kararttı, Onları da kötülük yapanlara benzetti. Böylece hepsinin kalpleri katılaştı, hakkı kabulden uzaklaştı. Birçok ayet-i kerime ve hadisi şerifte bir toplulukta işlenen günahlara karşı verilecek cezanın sadece kötülere yönelik olmayacağı, toplumun tümüne şamil olacağı bildirilmiştir. Buna sebep olarak da iyilerin kötülüğe mani olmamaları gösterilmiştir. Bu ayet ve hadislerden birkaçının meallerini görelim:
Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
وَاتَّقُواْ فِتْنَةً لاَّ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُواْ مِنكُمْ خَآصَّةً
“Geldiği zaman sadece içinizdeki zalimlere mahsus olmayacak olan bir musibetten sakınınız.”
Şu hadisi şeriflerde aynı manaya delalet ederler:
“Allah, umumun işlediği günahlar yüzünden suçsuzları cezalandırmaz. Fakat aralarında günahın işlendiğini görür ve bunu engellemeye güçleri yettiği halde mani olmazlarsa müstesna.”
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’in bildirdiğine göre efendimiz: “içerisinde salih insanların bulunduğu bir belde halkı helak olur mu.?” sorusuna “evet” karşılığını vermiş, bunun sebebini soranlara da:
“Allah’a karşı yapılan isyanlar karşısında susmanız ve bunları umursamamanız” buyurmuştur.
Aliyyü'l- Kari, “İyilerin, ikrah olmadan ve kötüler kötülüklerine son vermeden günahkârlarla birlikte yemeleri ve içmeleri açık bir günahtır. Çünkü Allah için buğz etmenin gereği, günahkârlardan uzak kalmak ve onları terketmektir.” demiştir.
Hz. Peygamber sonra Maide suresinin şu mealdeki ayetlerini okumuştur:
“İsrail oğullarından inkâr edenler Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi. Çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin önlerine sürdüğü ne kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta temellidirler.
وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِالله والنَّبِيِّ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاء وَلَـكِنَّ كَثِيراً مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ
“Eğer Allah’a peygambere ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu fasıktır.”
Resulü Ekrem Efendimiz bu ayetleri okuduktan sonra ümmetine hitaben tekitle ve yemin ederek: “İyilikle emreder, kötülükten nehyeder, zalimin elini tutup hakka döndürür ve onu hak üzere tutarsınız” buyurmuştur.
Bu hadiste, emri bi'l-ma’ruf ve nehyi anil münker (iyiliği emredip kötülükten men etme)in Müslümanların vazifesi olduğu görülmektedir. Ama bunun hükmü nedir? Bu konuda Aliyyü’l-Kari şöyle demektedir:
“İşlenen kötülük haramsa onu men etmek vaciptir. Kötülük mekruhsa onu men etmek menduptur. İyiliği emretmenin hükmü de marufa tabidir. Eğer maruf vacipse emir vacip, mendupsa onu emir menduptur.
İyiliği emir ve kötülükten sakındırmanın şartı; fitneye sebebiyet vermemesi, muhatabın denileni kabul edeceğinin zannedilmesidir. Onun kabul etmeyeceği zannedilirse, İslam’ın şiarını göstermek için iyiliğin emredilip kötülükten sakındırılması gerekir. “Sizden her kim bir kötülük görürse...” hadisindeki “her kim” sözcüğü, hitabın kadın-erkek, adil-fasık, çocuk-yetişkin herkese şamil olduğunu gösterir. Ama fasık olana emri bil maruf ve nehyi anıl münkerde bulunması, “insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz ve yapmadıklarınızı niçin söylüyorsunuz” ayetleri gereğince uygun görülmemiştir.”
Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l münkerin hükmü, İslam âlimleri arasında ihtilaflıdır. Fahreddin Razi'nin, Tefsir-i kebir (Mefâtihu’l-gayb)’inde bildirdiğine göre, bazı âlimler: “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz.” ayet-i kerimesine dayanarak emr-i bi'l Ma’ruf nehyi ani’l-münkerin farz-ı ayn olduğunu, kimi âlimler ise; “Sizden hayra çağıran, doğruyu emreden ve fenalıktan men eden bir cemaat bulunsun...” Ayetinin ifadesine bakarak farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir.
Bu ayetlerin tefsirinde, Ebu’s-Suud efendi de, yukarıda AIiyyü’l-Kari’den naklettiğimiz sözlere benzer şeyler söylemiştir. Ebu’s-Suud şöyle demiştir: “Vacip olan bir şeyi emretmek menduptur. Bütün kötülüklere mani olmaya çalışmak ise farzdır. Çünkü Allah’ın kötü dediği her şey haramdır.”
Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münkerin yapılma mecburiyeti yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bazı kayıtlarla bağlıdır. Bunlar sözün tesir edeceğinin bilinmesi, tesiri bilinmese bile kötü tepki görmeyeceğinden emin olunmasıdır. Edilen nasihate küfürle veya kavga ile karşı gelinecekse ses çıkartılmaz, sadece kalben buğzetmekle yetinilir. (Fahreddin er - Razi, Mefâtihu’l-gayb, III, 27.) Öyle kötülüklerin işlendiği toplumlardan uzaklaşılır, yanlarında durulmaz.
2- Dövme yapana ve yaptırana yüzdeki tüyleri alan ve aldırana (bayan kuaförler) güzellik için dişlerini seyrelten
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ : لَعَنَ اللَّهُ الْوَاشِمَاتِ وَالْمُسْتَوْشِمَاتِ، وَالنَّامِصَاتِ وَالْمُتَنَمِّصَاتِ، وَالْمُتَفَلِّجَاتِ لِلْحُسْنِ الْمُغَيِّرَاتِ خَلْقَ اللَّهِ. قَالَ : فَبَلَغَ ذَلِكَ امْرَأَةً مِنْ بَنِي أَسَدٍ يُقَالُ لَهَا : أُمُّ يَعْقُوبَ وَكَانَتْ تَقْرَأُ الْقُرْآنَ، فَأَتَتْهُ، فَقَالَتْ : مَا حَدِيثٌ بَلَغَنِي عَنْكَ أَنَّكَ لَعَنْتَ الْوَاشِمَاتِ وَالْمُسْتَوْشِمَاتِ، وَالْمُتَنَمِّصَاتِ، وَالْمُتَفَلِّجَاتِ لِلْحُسْنِ، الْمُغَيِّرَاتِ خَلْقَ اللَّهِ ؟ فَقَالَ عَبْدُ اللَّهِ : وَمَا لِي لَا أَلْعَنُ مَنْ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ فِي كِتَابِ اللَّهِ ؟ فَقَالَتِ الْمَرْأَةُ : لَقَدْ قَرَأْتُ مَا بَيْنَ لَوْحَيِ الْمُصْحَفِ فَمَا وَجَدْتُهُ. فَقَالَ : لَئِنْ كُنْتِ قَرَأْتِيهِ لَقَدْ وَجَدْتِيهِ ؛ قَالَ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ : { وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا }. فَقَالَتِ الْمَرْأَةُ : فَإِنِّي أَرَى شَيْئًا مِنْ هَذَا عَلَى امْرَأَتِكَ الْآنَ. قَالَ : اذْهَبِي فَانْظُرِي. قَالَ : فَدَخَلَتْ عَلَى امْرَأَةِ عَبْدِ اللَّهِ فَلَمْ تَرَ شَيْئًا، فَجَاءَتْ إِلَيْهِ، فَقَالَتْ : مَا رَأَيْتُ شَيْئًا. فَقَالَ : أَمَا لَوْ كَانَ ذَلِكَ لَمْ نُجَامِعْهَا.
Abdullah’tan ve Ebu Hüreyre dedi ki: “Dövme yapana ve yaptırana yüzdeki tüyleri alan ve aldırana (bayan kuaförler) güzellik için dişlerini seyrelterek Allah’ın yarattığını değiştirene Allah lanet etsin.” Bunu kendisine Ümmü Yakup denilen benî Esed kabilesinden bir kadın duydu. Ebu Hüreyre’ye geldi ve “Sen şöyle şöyle yapanları lanetlemişsin” dedi. Ebu Hüreyre: “Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın lanetlediğini ben niye lanetlemeyeyim ki; o Allah’ın kitabında mevcut” dedi. Kadın: “Ben Kur’an’ı iki kapak arasında olanın tamamını okudum ama bu senin dediğine rastlamadım” dedi. Ebu Hüreyre: “Eğer iki kapak arasında olanı okuduysan rastlamışsındır:
(وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا) “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” Ayetini okumadın mı? Kadın: “evet okudum” dedi.
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Onu yasakladığını söyledi. Kadın: “Ailenin bunu yaptığını görüyorum” dedi. Ebu Hüreyre: Git ve bak dedi. Böylece kadın gitti baktı ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını gördü. Ve dedi ki, eğer bu olsaydı biz onunla bir arada olamazdık.”
Vaşime: Türkçede döğme denir ki, iğne veya çuvaldızla delinerek derinin altına sürme veya benzeri bir şey dol­durulur, bir daha o yer renk tutarak ebediyen çıkmamak şartıyla boyalı kalır. Bazı cahiller kollarına veya omuzlarına arslan, kaplan gibi canlı hayvanların resmini bile nakşettirirler. Döğme; kadına da, erkeğe de; yapana da, yaptırana da haramdır. Yalnız küçüklere yapılırsa henüz mükel­lef olmadıkları için onlar günahkâr olmaz. Günahı sadece yapana ait olur.
Nevevî diyor ki: “Ulemamızın kavline göre döğme yapılan yer pis olur. Eğer döğmeyi ilaçla gidermek mümkün olursa giderilmesi vaciptir. Pek güçlükle mümkün olabiliyor da telefinden korkuluyor yahut bir uzvun telef olması veya bir uzvun görünür şekilde sakatlanması muhtemelse giderilmesi vacip değildir. Tevbe ettiği zaman üzerinde günah kalmaz. Böyle bir şeyden korkmazsa döğmenin giderilmesi lazım gelir. Bu hususta gecikmekle günahkâr olur. Bütün bunlarda erkekle kadın müsavidir.”
Nâmisa: Yüzden kıl yolan. Mütenemmisa: Yüzünün kılını yolduran kadın demektir. Ulemanın beyanına göre kadının yüzünde sakal ve bıyık biterse onları yolmak haram değil, müstehaptır. Fakat kaş, kirpik ve yüzün etrafından kıl yolmak haramdır.
Âlimler, Çene kılları, bıyık ve dudak kılları ve Kaşlar arasında çıkan tüyler gibi kadınlar için uygun olmayan yerlerde çıkan tüylerin alınmasına cevaz vermişlerdir.
Zahiriler’den Ebu Hazm kadının sakal, bıyık tıraşının dahi haram olduğunu, hilkatinden hiç bir şeyi noksan veya ziyade yapmasının caiz olmadığını söylemiştir.
Tefellûc: Ön dişleri törpüleyerek aralık açmak ve güzelleştirmektir. Bunu ekseriyetle genç ve güzel görünmek maksadıyla yaşlı kadınlar ya­parlar. Bu maksatla dişlerini törpületen ile törpüleyen müştereken haram işlemiş olurlarsa da, dişi tedavi yahut bir kusurunu giderme maksadıyla yapılırsa günahı yoktur. Gerek saç ekleyenlerle ekletenler, gerekse döğme yapanlarla yaptıranlar ve güzellik için diş törpületenler Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlerdir. Bundan dolayı hadiste bu cümle yukarkiler üzerine atfedilmemiş, hepsinin sıfatı olmuştur.
Âlimler, dişlerin de hasar görmemesi ve ayrılmamaları şartıyla törpülenerek parlatılmasına cevaz vermişlerdir.
Ümmü Yakup’un: Bu kadının hilkat değiştirenlere Kur'an-ı Kerîm’de lanet edildiğini görmedim demesi doğrudan doğruya bunlara lanet bulunmadığındandır. Fakat Allah Taâlâ Hazretleri Resulünün her getirdiği şeyi almak, her yasak ettiğini bırakmak lâzım geldiğini pekâlâ beyan buyurmuştur. Saç eklemek, döğme yaptırmak, yüz yolmak gibi hilkati değiştiren şeyleri Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz yasak etmiş; yapanlara, yaptıranlara lânet okumuştur. Onun emirlerine, nehiylerine uymak Allah’ın emri olduğuna göre, onun lanetleri de Allah nazarında melun olur. İşte Hz. Abdullah b. Mesut bundan dolayı kadına ayetle cevap vermiştir.
Bir de Allah’ın yarattığı şekli değiştirenler zalimdirler. Zalimlere ise Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de açıkça lanet okumuştur. Kadın Hz. Abdullah’tan müskit cevap alınca, bu sefer onun hanımının yâni Zeynep binti Abdullah’ın da bu işleri yaptığını zannederek: Senin hanımın da halen bu işleri yapıyor, demişse de Hz. Abdullah hanımının öyle bir şey yapmadığından emin olduğu için kadına: Git bak! demiş, neticede kadının zannettiği şeylerden hiçbirinin yapılmadığı ortaya çıkmıştır. Hz. Abdullah’ın: “Bu olsaydı biz onunla bir arada olmazdık” sözünün manası: Böyle bir şey olsa, bir an kapısında tutmayıp boşayacağını anlatmaktır. Bununla saç eklemek yahut namaz terk etmek gibi günahları irtikâp eden kadının boşanması gerektiğine istidlal olunur.
3- Takma saç ekleyen ve ekleten
Sufyan’dan: Abdurrahman ibn Âbis’e dedim. Abdullah’dan Alkame’den o da İbrahim’den Mansur’ hadisini rivayet etti.
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم الْوَاصِلَةَ فَقَالَ سَمِعْتُهُ مِنِ امْرَأَةٍ يُقَالُ لَهَا أُمُّ يَعْقُوبَ عَنْ عَبْدِ اللَّهِ مِثْلَ حَدِيثِ مَنْصُورٍ‏
Abdullah İbni Mesut (Radıyallahu anh)’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) saç ekleyene lanet etti. Dedi ki: Onu ÜmmüYakup annesi denilen bir kadından duydum. Abdullah’tan Mansur’un hadisi gibi rivayet etti.
عَنْ عَائِشَةَ أَنَّ امْرَأَةً مِنَ الأَنْصَارِ زَوَّجَتِ ابْنَتَهَا فَتَمَعَّطَ شَعَرُ رَأْسِهَا ، فَجَاءَتْ إِلَى النَّبِىِّ - صلى الله عليه وسلم - فَذَكَرَتْ ذَلِكَ لَهُ ، فَقَالَتْ إِنَّ زَوْجَهَا أَمَرَنِى أَنْ أَصِلَ فِى شَعَرِهَا . فَقَالَ " لاَ إِنَّهُ قَدْ لُعِنَ الْمُوصِلاَتُ."
Aişe (Radıyallahu anha) dan, Ensarlı bir kadın kızını evlendirdiğini söyledi. Peygamber (SallallahüAleyhi ve Sellem)’e geldi Ona bundan bahsetti. Kızının kocası kendisine saç eklemesini istiyordedi. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) “Hayır, saç ekleyen lanetlenmiştir” buyurdu. Ebu Hüreyre, Esma, Aişe ve İbni Ömer'in de (Radıyallahu anhüm) böylerivayetleri vardır.
Vâsile: Kadının saçını başka bir saçla ekleyen kadındır. Saçı eklenilen kadına da müstevsıle yahut mevsûle denilir. Bu hadîsler saça saç eklemenin haram olduğuna delildirler.
Kaadî Iyâz diyor ki: “Bu meselede ulemâ ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâlik ile Taberî ve ulemâdan birçokları yahut ekserisi saç eklemenin her ne ile olursa olsun memnu’ olduğunu söylemişlerdir. Bunların delili Müslim’in rivayet ettiği Câbir hadisidir. Mezkûr hadiste: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kadının saçına bir şey eklemesini men etti, denilmektedir.”
Leys b. Sa’d: “Bu nehiy saça saç eklemeye mahsûstur; saça yün bez parçası v.s. eklemekte beis yoktur.” demiştir. Kaarfî Iyâz dahî bu mânâda sözler söylemiştir. Şâfiîler’den bâzıları kocasının izni ile kadının saçına temiz olmak şartiyle hayvan saçı ekleyebileceğini söylemişlerdir. Bu hadîsler onların aleyhine delildir. Saça saç eklemenin haram kılınması, ya kötü kadınlara benzettiği için yahut Allah’ın yarattığı şekli değiştirdiğindendir. Kadının kocasına güzel görünmek için yüzünden kıl alması memnu değildir. Bu mesele Hz. Âişe’ye sorulmuş da şu cevabı vermiştir : “Doğduğunda mevcut olan bir şey ile onu çıkarması helâl değildir. Fakat sonradan hâsıl olmuşsa onu yolmakta bir beis yoktur.” Bir rivayette : “Kocan içinse yap!” cevabını vermiştir. Ebu Ubeyd fukahânın saç olmamak şartıyle saça her şeyin eklenebileceğine ruhsat verdiklerini nakletmiştir.
Bu Hadisler Şu Hükümleri de İhtiva Etmektedir:
1- Saça saç eklemek büyük günahlardandır. Failine lanet okunmuştur. Bu hususta mazeret bulunsun bulunmasın hüküm birdir.
2- Bir kimseye tâat ve ibadet hususunda yardım eden onun sevabına iştirak ettiği gibi, haram hususunda yardım eden de günahına ortak olur.
İslâm, fıtrata ehemmiyet veren bir dîn olduğundan "Ahsen-i Takvîm = En güzel kıvam'' (Tîn: 4) üzere yaratılan insanın aslî fıtratını değiştiren vücud müdahelelerinden ve süslenmek için de olsa sahte zinetler ve döğme yapmalarından insanları nehyetmiştir. Bu âdetler Arab kadınları arasında yaygındı. Şimdi ise hemen hemen bütün dünyada yaygın bir hal almıştır. Hatta perukacılık vesaire isimleri ile bu işleri meslek edinen zümreler de peyda olmuştur.
Hâlbuki yaratıcı kudretin bahşettiği güzelliğin üstünde bir güzellik bulmak imkânı yoktur. Eğer olsaydı İnsanları “En güzel biçimde” yarattığını bildiren Hâlık Taâlâ, insanları o şekil ve surette yaratırdı. İşte bu sebebden Rasulüllah bu gibi aldatıcı süslemeleri yalancılık ve bâtıl diye isimlendirip nehyetmiştir.
4- Faiz yiyen ve onunla ilgilenen (kâtip, kefil, şahit v.s.)
عن عَوْنُ بْنُ أَبِى جُحَيْفَةَ عَنْ أَبِيهِ قَالَ لَعَنَ النَّبِىُّ - صلى الله عليه وسلم - الْوَاشِمَةَ ، وَالْمُسْتَوْشِمَةَ ، وَآكِلَ الرِّبَا وَمُوكِلَهُ ، وَنَهَى عَنْ ثَمَنِ الْكَلْبِ ، وَكَسْبِ الْبَغِىِّ ، وَلَعَنَ الْمُصَوِّرِينَ .
Avn İbni Ebu Cuheyfe’den o da babasından (Radıyallahu anhüm) şöyle dedi: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Dövme yapanı ve yaptıranı, faiz yiyeni ve yedireni lanetledi. Köpeğin fiyatını ve bağinin kazancını yasakladı Ve heykelciliği lanetledi.
عَنْ جابر وعن أبيه عَبْدِ اللَّهِ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- آكِلَ الرِّبَا وَمُؤْكِلَهُ. قَالَ قُلْتُ وَكَاتِبَهُ وَشَاهِدَيْهِ قَالَ إِنَّمَا نُحَدِّثُ بِمَا سَمِعْنَا
Cabir’den o da babası Abdullah’tan (Radıyallahu anhüma): Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ribayı yiyene de, yedirene de lanet buyurdu. Hâvi diyor ki: Ben, kâtibine de, şahitlerine de (lanet etmedi) mi? dedim. (Abdullah) : Biz ancak işittiğimizi söyleriz; cevabını verdi.
Riba: Bir cinsten olan iki bedelden birine yapılan karşılık­sız ziyadedir. Buna lisanımızda faiz denilir. Riba “Ribe’n-nesîe” ve “Ribe’l-fadl” olmak üzere iki kısımdır. Şâfiilerce “Ribe’l-yed” denilen üçüncü bir kısmı daha vardır.
1- Ribe’n-nesîe: Ziyadesi bir müddetten ibaret olan ribâdır. Kışın bir ölçek buğday vererek yaza onun karşılığında bir buçuk ölçek buğ­day almak gibi. Buradaki yarım ölçeğin karşılığında bir mal yoktur; bu yalnız beklediği müddetin karşılığıdır. Onun içindir ki bu ribâya tehir manasına “Ribe’n-nesîe” denilmiştir.
Hükmü: Bil-ittifak haramdır ve büyük günahlardandır.
2- Ribe’l-fadl: Karşılığında hiç bir şey bulunmayan ziyadedir. Bunda müddet filân yoktur. Bir ölçek buğday vererek bir buçuk ölçek buğday almak gibi. On iki mıskal ağırlığında işlenmemiş altını vererek on mıskal işlenmiş bir altın almak dahi böyledir.
Hükmü: Bu da dört mezhebe göre haramdır. Sahabeden bazılarının bunu tecviz ettiği hatta İbni Abbâs (Radıyallahu anh)'ın da bunlar arasında bulunduğu rivayet edilmişse de sonraları bu fikirden vaz geçmiştir.
3- Ribe’l-yed: Bir cinsten iki şeyi teslim ve tesellümsüz satmaktır. Faizcilik insanlığın iktisadî bünyesini kemiren bir kurttur. Bundan dolayıdır ki, dinimizde şüpheli şeylerden sakınmak mendup olduğu halde faiz şüphesinden sakınmak vaciptir.
Faizi, faizciyi ve ona yardımda bulunanı kâtibini şahidini zemmeden birçok hadisler vardır.
5- Heykelcilik (heykel tıraşlık)
عن أَبِى جُحَيْفَةَ قَالَ لَعَنَ النَّبِىُّ - صلى الله عليه وسلم - الْوَاشِمَةَ ، وَالْمُسْتَوْشِمَةَ ، وَآكِلَ الرِّبَا وَمُوكِلَهُ ، وَنَهَى عَنْ ثَمَنِ الْكَلْبِ ، وَكَسْبِ الْبَغِىِّ ، وَلَعَنَ الْمُصَوِّرِينَ .
Ebu Cuheyfe’den (Radıyallahu anh)’den: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Dövme yapanı ve yaptıranı, faiz yiyeni ve yedireni lanetledi. Köpeğin fiyatını ve bağinin kazancını yasakladı Ve heykelciliği lanetledi.
6- Ruhların temsili, öldürme oyunu gibi, ya da yeme niyeti olamamakla hayvanları avlamak:
عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ قَالَ كُنْتُ عِنْدَ ابْنِ عُمَرَ فَمَرُّوا بِفِتْيَةٍ أَوْ بِنَفَرٍ نَصَبُوا دَجَاجَةً يَرْمُونَهَا ، فَلَمَّا رَأَوُا ابْنَ عُمَرَ تَفَرَّقُوا عَنْهَا ، وَقَالَ ابْنُ عُمَرَ مَنْ فَعَلَ هَذَا إِنَّ النَّبِىَّ - صلى الله عليه وسلم - لَعَنَ مَنْ فَعَلَ هَذَا.
Said bin Cübeyr (Radıyallahu anh)’dan: Dedi ki: İbni Ömer (Radıyallahu anh)’in yanındaydım, genç bir kadın geçti veya bir Nefer grubu bir tavuk dikip ona ok atıyorlardı. İbni Ömer’i görünce, oradan ayrıldılar İbni Ömer bunu kim yaptı dedi çünkü Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Bunu yapana lanet etti.
Bir canlıyı hedef yaparak, onunla nişancılık talimleri yapmak dinen yasak edilmiştir. Buradaki nehiy bunun haram olduğunu bildirir. burda zikredilen İbni Ömer rivayetinde Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) 'in laneti de bunu gösterir. Canlı hay­vanı hedef tutarak atıcılık Öğrenmekte hiç bir maslahat yoktur. Bunu askerlerin yaptığı gibi tahta veya kartondan yapılmış hedeflerle öğren­mek pekâlâ mümkündür. Çünkü hayvanı hedef almak ona eziyet olduğu gibi, maliyetini zayi etmek ve murdar öldürmek gibi zararları da vardır.
Hadis-i şerifte geçen lanet, tahrim ifade ettiğinden atış talimi için herhangi bir hayvanı hedef olarak kullanmak haramdır. Çünkü bu hayvana işkencedir. Hayvana işkence ise, onun telef olmasına sebeb olur. Bu, hayvana işkence yapmak olduğu için lanetlenmiştir.
عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ عَنِ ابْنِ عُمَرَ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- مَنِ اتَّخَذَ شَيْئًا فِيهِ الرُّوحُ غَرَضًا
Said İbni Cübeyr (Radıyallahu anh)’den, o da İbni Ömer (Radıyallahu anh)'den: Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kasten bir canlıyı öldürene lanet etti.
7- Karşı cinse benzeyen ve evlilik sünnetini terk eden:
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ - رضى الله عنهما - قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ - صلى الله عليه وسلم - الْمُتَشَبِّهِينَ مِنَ الرِّجَالِ بِالنِّسَاءِ ، وَالْمُتَشَبِّهَاتِ مِنَ النِّسَاءِ بِالرِّجَالِ
İbni Abbas (Radıyallahu anhuma)’dan Allah Resulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Erkeklerden kadınlara benzeyeni ve kadınlardan erkeklere benzeyeni lanetledi.
Kendisini kasten kadınlara benzeten erkek ve kendisini kasten erkeklere benzeten kadın bu benzetiş konuşma da, durum ve davranışlarında ve erkeğin kendisini kadın gibi göstermesi kadının da kendisini erkek gibi göstermesi ile oluşur.
Tuhfe yazarı da benzetişe misal olarak kadının kılık kıyafetinde, hâl ve hareketlerinde, yürüyüşünde, yüksek sesle konuşmasında erkek gibi davranmasını göstermiş ve Kadının görüş ve ilim sahasında erkekler gibi olması sakıncalı değildir. Nitekim en-Nihâyede rivayet edildiğine göre Âişe (Radıyallahu anha)’nın görüşü, isabetlilik yönünden erkeklerin görüşleri gibi idi, demiştir.
Tuhfe yazarı bu arada şöyle der:
“Taberi demiş ki hadisten kastedilen mana şudur: Kadınlara mahsus kılık, kıyafette ve süslemede onlara benzemek erkekler için caiz değildir. Keza erkeklere mahsus kılık, kıyafette ve süslemede, onlara benzemek kadınlar için caiz değildir.
El-Hafız da: Keza konuşmada ve yürüyüşte erkeklerin kadınlara veya kadınların erkeklere kendilerini benzetmeleri caiz değildir. Kıyafet hususunda her memleketin örf ve âdeti aynı değildir. Bazı memleketlerde erkekler de entari giyer ama kadınları örtünmek ve erkeklerden kaçınmakla ayırt edilirler.
Konuşma ve yürüyüş tarzı bakımından olan benzeyiş kasıtlı olduğu takdirde kötü ve yasaktır. Doğuştan, sesinde veya yürüyüşünde bir benzeyişi bulunan bir kimseye gelince o, bu benzeyişi terk etmek için gayret göstermek ve çalışmakla memurdur. Gayret etmediği takdirde, hadisin hükmüne girmiş sayılır ve sorumludur. Bil­hassa bu hâlinden memnun ise elbette lanete müstahak olmuş olur. Bu ayırım hadisin “Müteşebbihin = kendilerini benzetenler” lâfzından açıkça anlaşılıyor.
Doğuştan Muhannes yâni kadınlara yukarıda anılan hususlarda benzeyen bir kimse, bu hâlinden dolayı kötülenmez. diyen Nevevî gibi âlimlerin sözü bu hâli bırakmaya muktedir olmayan­lara âit olarak yorumlanır. Kişi tedricen bile bu hâlini bırakmaya muktedir olduğuna rağmen özürsüz olarak bir gayret göstermezse gayet tabiî hadis hükmünce yerilmeye maruzdur, demiştir.”
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- مُخَنَّثِى الرِّجَالِ الَّذِينَ يَتَشَبَّهُونَ بِالنِّسَاءِ وَالْمُتَرَجِّلاَتِ مِنَ النِّسَاءِ الْمُتَشَبِّهِينَ بِالرِّجَالِ وَالْمُتَبَتِّلِينَ مِنَ الرِّجَالِ الَّذِى يَقُولُ لاَ يَتَزَوَّجُ وَالْمُتَبَتِّلاَتِ مِنَ النِّسَاءِ اللاَّئِى يَقُلْنَ ذَلِكَ وَرَاكِبَ الْفَلاَةِ وَحْدَهُ فَاشْتَدَّ ذَلِكَ عَلَى أَصْحَابِ رَسُولِ اللَّهِ - صلى الله عليه وسلم- حَتَّى اسْتَبَانَ ذَلِكَ فِى وُجُوهِهِمْ وَقَالَ” الْبَائِتُ وَحْدَهُ “.
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’dan rivayet olunduğuna göre; Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), muhannes - kadınları taklit edip onlara benzeyen - erkeğe de, mütereccilat - erkekleri taklit edip onlara benzeyen -kadına da, evlenmeyeceğini söyleyen bekar erkeğe de, evlenmeyeceğini söyleyen bekar kadına da lanet etmiştir…
8- Hırsız:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِىِّ - صلى الله عليه وسلم – قَالَ” : لَعَنَ اللَّهُ السَّارِقَ ، يَسْرِقُ الْبَيْضَةَ فَتُقْطَعُ يَدُهُ ، وَيَسْرِقُ الْحَبْلَ فَتُقْطَعُ يَدُهُ “
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’dan: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): Allah hırsıza lanet etsin yumurta çalar eli kesilir, ip çalar eli kesilir.
Ulemadan bir cemaate göre buradaki yumurtadan murat: Başa giyilen miğfer; ipten maksat da gemi halatıdır ki, bunların her biri çeyrek dinardan fazla kıymetlidir. Fakat muhakkik âlimler bu tevili zayıf görmüşlerdir. Çünkü miğferle halatın zahiren birer kıymeti vardır. Hâlbuki bu makam kıymet beyanı değil, kıymetsiz bir şeyin beyanı makamıdır. Pek kıymetli bir mal çaldığı için eli kesilen bir hırsız o kadar ayıplanmaz; kıymetsiz bir şeyden dolayı cezalanırsa ayıplanır. Meselâ: Yazıklar olsun filâna! Bir milyonluk mal İçin elinin kesilmesine sebep oldu! denilmez. Bu hiç bir millette âded değildir. Bilâkis çalınan mal ehemmiyetsiz olursa bu söz o zaman söylenir ve: Yazıklar olsun filana! Çürük bir ipten dolayı hapsi boyladı! denilir. Yani çalınan şey ne kadar kıymetsizse bu makamda söz o nispette beliğ sayılır. Nevevî: “Doğrusu bundan murat: Ehemmiyetsiz bir mal mukabilinde kaybettiği elin büyüklüğüne tembihtir...” diyor. Yumurta ile ipten bunların cinsleri kastedilmiş de olabilir. Yahut yumurtayı çalmakla eli kesilmeyince hırsız bundan cesaret alarak daha kıymetli malları çalmaya başlar ve nihayet eli kesilir. Buna sebep ilk çaldığı yumurta olduğu için hadiste o zikredilmiştir. Şöyle de denilebilir: Hırsız bir yumurta veya ip çalar da hükümdar siyaseten onun elini keser. Hadiste zikredilmeleri bundan olabilir.
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in:
“Allah hırsıza lanet eylesin!” buyurması, şahsı belirtilmeyen asilere lanet okumanın caiz olduğuna delildir. Çünkü bu lanet cinse Raci’dir ve caizdir. Muayyen kimseye lanet okumak caiz değildir. Mamafih bazıları : “Hadd vurulmazdan önce lanet okumana? caiz, hadden sonra ise caiz değildir; çünkü hududu şer’iyye günahlara kefarettir.” demişlerse de Kaadî Iyâz bu tevilin bâtıl olduğunu söylemiştir.
9- İzinsiz Müslüman kardeşinin malını yemek:
عن جَابِرَ بْنَ عَبْدِ اللَّهِ يَقُولُ كَتَبَ النَّبِىُّ -صلى الله عليه وسلم- عَلَى كُلِّ بَطْنٍ عُقُولَهُ ثُمَّ كَتَبَ ”أَنَّهُ لاَ يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أَنْ يَتَوَالَى مَوْلَى رَجُلٍ مُسْلِمٍ بِغَيْرِ إِذْنِهِ “. ثُمَّ أُخْبِرْتُ أَنَّهُ لَعَنَ فِى صَحِيفَتِهِ مَنْ فَعَلَ ذَلِكَ .
Cabir b. Abdullah (Radıyallahu anh) şöyle demiştir: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) her oymağa diyetlerini tespit hususunda “Hiç bir müslümana izni olmaksızın müslüman bir kimsenin azadlısını kendine nisbet etmesi helâl olmaz.” diye yazdı. Bilâhare haber aldım ki, mektubunda bunu yapana lanet buyurmuş.
Bu hadis azat edilen bir köle veya cariyenin kendisini azat edeni bırakıp da başkasına intisap ile vela hakkını ona devretmesinin haram olduğunu göstermektedir. Nevevî: “Bunu yapmak, köleye ihsanda bulunan kimsenin hakkını yemek olacağı için haramdır. Çünkü vela nesep gibidir; binâenaleyh bir insanın babasından başkasına intisap ile nesebini zayi etmesi nasıl haramsa, bunu zayi etmek de öylece haramdır.” diyor.
Bazıları bu hadisteki: “Azad edenlerin izni olmaksızın” kaydına bakarak, izin verdikleri takdirde bu işin caiz olacağına kail olmuşlarsa da cumhuru ulema bunu kabul etmemişlerdir. Onlara göre izin verilse de verilmese de kölenin başkalarına intisabı caiz değildir. Hadisteki kayd ihtirazı değil vukuidir. Yani köle bu işi ekseriyetle sahiplerinden izin istemek suretiyle yaptığı için “izni olmaksızın” denilmiştir. Binâenaleyh mefhumu muhalifi muteber değildir.
10- Hayvanların yüzünü işaretlemek:
عَنْ جَابِرٍ أَنَّ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- مَرَّ عَلَيْهِ حِمَارٌ قَدْ وُسِمَ فِى وَجْهِهِ فَقَالَ لَعَنَ اللَّهُ الَّذِى وَسَمَهُ
Cabir (Radıyallahu anh)’den: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in yanından yüzü damgalı bir eşek geçti. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) “bunu damgalayana Allah lanet etsin” buyurdu.
Vesim: Dağlanarak yapılan nişan ve damgadır. Bazıları bu kelimeyi “veşim” şeklinde rivayet etmişlerdir. Bunların ikisi de aynı manaya gelirse de bazı ulema aralarında fark görmüş: “Vesim, yüze vurulan damgadır. Veşim, vücudun her tarafına vurulandır.” demişlerdir.
Hayvan yüzüne kızgın demirle damga vurmayı bazı ulema mekruh görmüş hatta haram olduğuna işaret edenler bulunmuştur. Çünkü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu işi yapana lanet etmiştir. Hayvanın yüzünden başka yerlerine damga vurmak caizdir.
11- Hülle yapana ve kendisi için hülle yapılana (talakı bain ile boşanan kişi …)
عَنْ عَلِىٍّ رضى الله عنه - قَالَ إِسْمَاعِيلُ وَأُرَاهُ قَدْ رَفَعَهُ إِلَى النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- - أَنَّ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ لَعَنَ اللَّهُ الْمُحَلِّلَ وَالْمُحَلَّلَ لَهُ
Ali (Radıyallahu anh)’dan; demiştir ki; “Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem); Hülle nikâhı ile evlenen kocaya ve kendisi için hülle yapılan kocaya Allah lanet etsin” buyurdu. (Yani hülle yapan ve yaptıran kocaya) demektir.
Kocasından üç talakla boşanmış bir kadının tekrar eski kocasına dönebilmesi için yabancı bir erkekle geçici olarak nikâh edilmesine hülle denir. Geçici ve ekseriyetle bir günlük nikâhlanma ile evlenen adama “muhallil” eski kocaya da “mahallelün leh” yani “kendisi için hülle yapılan” denir. Hülle çirkin bir hareket olduğundan Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hülle yapana da yaptırana da lanet etmiştir.
Aile yuvasını ve nikâh bağını hafife alan bu hareketin “muhallelün leh” için çirkinliği meydandadır. Muhallil için olan çirkinliği ise, nefsini başkasının arzusu istikametinde iare ( ödünç verme işlemi) etmesidir, Peygamber efendimiz ise, bu kişiyi i’reti tekeye benzetmiştir. [ Şevkanî, Neylü’l-Evtâr, VI, 149.]
عَنْ عُقْبَة بْنِ عَامِرٍ رَضِيَ اللهُ عَنْهُ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : (أَلَا أُخْبِرُكُمْ بِالتَّيْسِ الْمُسْتَعَارِ ؟ قَالُوا : بَلَى ، يَا رَسُولَ اللَّهِ . قَالَ : هُوَ الْمُحَلِّلُ ، لَعَنَ اللَّهُ الْمُحَلِّلَ ، وَالْمُحَلَّلَ لَهُ)
İbni Mace’nin bu mevzuda merfu olarak tahriç ettiği Ukbe bin Amir (el-Cühenî) (Radıyallahu anh)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin size ödünç alınan (kiralık) tekeyi haber vereyim mi?” onlar da ‘evet!’ Ya Resulallah...” dediler buyurdu ki: “O hülleci (koca) dır. (helal kılmak için evlenen kimsedir) Allah hülleci (koca) ya ve kendisi için hülle yapılan (koca)ya lanet etsin.” buyurdu.
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunların ikisini de lânetlemiştir. Çünkü bu çirkin işte, insan şahsiyeti ve vakarı gider, izzeti nefis kalmaz ve kıskançlık duygusu körelir. Kadının kocası açısından görülen bu rezaletler açıktır. Hülleci koca yönüne gelince, o da rezil ve kepaze olur. Çünkü o da başka bir adamın gayesi uğruna kendi nef­sini kiraya vermiş ve ücret olarak kadınla cinsel ilişkide bulunma­yı kabullenmiş olur. Çünkü kadının eski kocasına helâl olmasına ve cinsel temas yapmasına imkân sağlamak amacı ile kendisi kadınla ilişkide bulunur. Bu rezalet nedeni iledir ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hülleci kocayı kiralık döl hayvanına benzetmiştir.

12- Ölüye ağıt yakmak
عَنْ أَبِى سَعِيدٍ الْخُدْرِىِّ قَالَ "لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- النَّائِحَةَ وَالْمُسْتَمِعَةَ لها " وزاد الطبراني في معجمه "ليس للنساء في الجنازة نصيب"
Ebu Said el-Hudri (Radıyallahu anh)’den demiştir ki: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ölünün iyiliklerini saya saya yüksek sesle ağlayan kadın(lar)a ve (onu) dinleyen kadın(lar)a lanet etmiştir.
Taberani’nin Mu’cem’inde şu ilave vardır: “Kadınların cenazede payı yok”
Niyâha ölünün iyiliklerini saya saya yüksek sesle ağlayan kadın demektir. Herhangi bir dünya malının elden kaçırılması üzerine yüksek sesle ağlamaya da nevh veya niyahat denilir. Müstemia ise bu ağıdı dinleyen kadın demektir.
Bu hadis-i şerifte, sadece ölüler üzerine ağlayan kadınlardan bahsedilerek, erkeklerden hiç söz edilmemesi, erkeklerin ölü üzerine ağlamasının caiz olduğu anlamına gelmez. Bu ağıdın erkeklerden daha ziyade kadınlarda görülmesinden dolayı sadece ölü üzerine ağlayan kadınlardan bahsedilmekle yetinilmiş, ayrıca erkeklerden bahsetmeye lüzum görülmemiştir.
Ayrıca Nâiha kelimesinin sonundaki yuvarlak ta'nın müenneslik ta'sı olmayıp mübalağa ta'sı olması, binaenaleyh bu kelimenin “ağlayan kadın” anlamına gelmeyip, hem kadına hem de erkeğe şamil olmak üzere “çok ağlayan kimse” anlamına gelmiş olması ihtimali de vardır. Bu ihtimale göre, ölüm karşısında kendini tutamayarak birazcık ağlayanlar, bu hadisin şümulü içerisine girmezler.
Ölü üzerine ağlamak büyük günahlardandır. Bu fiili işleyen kimseler, büyük günah işlemiş olurlar ve Allah’ın rahmetinden mahrum kalırlar. Bu ağıda isteyerek kulak veren kadınlar da bu günaha ve mahrumiyete iştirak etmiş olurlar. Ancak senedinde Muhammed b. el-Hasen b. Atıyye el-Avfı’ ile babası ve dedesi olduğundan bu hadis zayıftır. Çünkü bu ravilerin üçü de zayıftır.
عَنِ الْقَرْثَعِ قَالَ لَمَّا ثَقُلَ أَبُو مُوسَى صَاحَتِ امْرَأَتُهُ فَقَالَ أَمَا عَلِمْتِ مَا قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَتْ بَلَى. ثُمَّ سَكَتَتْ فَقِيلَ لَهَا بَعْدَ ذَلِكَ أَىُّ شَىْءٍ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَتْ إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- لَعَنَ مَنْ حَلَقَ أَوْ سَلَقَ أَوْ خَرَقَ
Karsa’ (Radıyallahu anh)’dan; rivâyete göre, şöyle demiştir: Ebu Musa’nın hastalığı ağırlaşınca, hanımı bağırıp çağırmaya başladı. Bunun üzerine Ebu Musa, hanımına: “Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in ne buyurduğunu bilmiyor musun?” dedi. Hanımı: “Evet biliyorum” dedi ve sustu. Sonra, Ebu Musa’nın hanımına, Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’ne buyurmuştu diye soruldu da o da şöyle dedi: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): “Saçını başını yolan, yüksek sesle bağırıp çağıran ve elbisesini yaka paçasını yırtan kimselere lanet etmiştir.” dedi.
Metindeki el-halk: (noktasız ha ile) birinin ölümünden dolayı saç baş yolmak, el-selk: herhangi bir musibet anında bağırıp çağırmak, el-hark: musibet anında elbisesini yırtmaktır.
عَنْ أَبِى أُمَامَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- لَعَنَ الْخَامِشَةَ وَجْهَهَا وَالشَّاقَّةَ جَيْبَهَا وَالدَّاعِيَةَ بِالْوَيْلِ وَالثُّبُور
“Ebu Ümame (Radıyallahü anh)’den: Şöyle demiştir: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ölü için) yüzünü tırmalayıp derisini yırtan kadına, yakasını yırtan kadına ve (Mahv oldum, helak oldum diye) bağırıp çağıran kadına lanet etmiştir.”
Metindeki el-ceyb: göğsünün üstünü örten şey (yaka) demektir.
Nevevî Aşağıdaki cahiliyet devri âdetleri, sahabelerin ittifakıyla haram sayılmıştır:
1 - Nüdbe: Ölünün iyiliklerini sayarak ağlamak.
2 - Niyâhat: Yüksek sesle ağlamak.
3 - Darb-ı Had: Yanaklarını, yüzünü, başını, dizlerini dövmek.
4 - Şakk-ı Oyb: Yaka ve elbiselerini yırtmak.
5 - Hamş-ı Vech . Yüzünü tırmalamak, yüz derisini yırtmak.
6 - Veyl ve Sübûr duası: Azap ve helak ile dua etmek, demiştir
Bazı rivayetlerde kadına ait ifadeler kullanıldığı için böyle hareket eden kadınlar dedim. Aslında bu rivayetlerdeki ifadeler umumidir. Bu ifadeler, kadını ve erkeği kapsar. Bu tür hareketler ekseriyetle kadınlarda görüldüğü için bazı rivayetlerde ‘Kadın’ ifadesi kullanılmıştır. Yasaklık bakımından hadisin hükmü erkeklere de şümullüdür.
13- Kabirleri ziyaret eden, bağıra çağıra ağlayan kadınlar
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- زَائِرَاتِ الْقُبُورِ وَالْمُتَّخِذِينَ عَلَيْهَا الْمَسَاجِدَ وَالسُّرُجَ.
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’dan şöyle demiştir: “Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)kabirleri ziyaret eden kadınlara, kabirler üzerine mescid edinenlere ve oralarda kandil yakanlara lanet etmiştir.”
وعَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- لَعَنَ زَوَّارَاتِ الْقُبُورِ.
Ebu Hüreyre (Radıyallahü anh)’den:“Şüphesiz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kabirleri çokça ziyaret eden kadınlara lanet etti.”
Bu konuda İbni Abbas ve Hassan b. Sabit’ten de rivayetler vardır. Ebu İsa bu hadis hasen sahihtir der. Bazı ilim ehlinden rivayet edilir ki bu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kabir ziyaretine ruhsat vermezden önce idi. Ruhsat verildikten sonra bu ruhsata erkek te kadın da dâhil olmuştur. Bazıları da derki kadınların kabir ziyaret etmesi mekruhtur çünkü sabırları az, bağıra çağıra ağlamaları çoktur.
Rasul-ü Zişan Efendimiz, kabir ziyaretine giden bazı kadınların ziyaret esnasında cahiliye âdetlerinin tesiriyle feryad-ü figân ettiklerini, yakalarını yırtıp yüzlerini dövdüklerini, hatta oralarda süslü elbiseler içerisinde arz-ı endam ederek salına salına gezip, kocalarının haklarına riayet etmediklerini görmüş ve onları bu çirkin hareketlerinden alıkoymak için, böyle yapmaya devam eden kadınların Allah’ın rahmetinden kovulmaları için beddua etmiştir.
Hz. Peygamber'in bu bedduasına hedef olanlar arasında, kabirlere saygı göstermek gayesiyle oralarda mescitler yapan kimselerle, lüzumsuz yere kandiller yakıp israfa yol açan kimseler de vardır. Bu hadis-i şerif; kadınların kabirleri ziyaret etmelerinin haram olduğuna delâlet etmektedir.
Kadınlar, ekseriyetle kabir ziyaretine gittikleri zaman bağırıp çağırırlar, yakalarını yırtarlar, yüzlerini döverler, kocalarının hakkını çiğnerler ve İslami örtünmeye riayet etmeden, hatta süslenerek giderler. Bu olumsuz davranışlarından dolayı, ilahi rahmetten uzak kalmaları yolunda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bedduasına maruz kalmışlardır.
El-Menhel yazarı, Kadınların kabirleri ziyaret etmelerini yasaklayan delillerle, buna cevaz veren delillerin arasını şu şekilde birleştirmek mümkündür. Ziyaret hakkında verilen izin; örtülü olarak çıkan, ahireti düşünen, kabir halkından ibret alan, bağırıp çağırmayı, yüzünü dövmeyi, yakalarını yırtmayı ve kötü lâf etmeyi terk eden kadınlar içindir, Konulan yasak da, İslâmî tesettüre riayet etmeyen, ziyaret esnasında bağırıp çağırmak, elbisesini yırtmak, yüzlerini darbelemek gibi hareketlerle, İslâmî kuralları çiğneyen kadınlar içindir, demiştir.
Nevevi, el-Mühezzeb şerhinde el Müstezhar sahibinin şöyle dediğini nakletmiştir: Bence eğer kadınların ziyareti, üzüntüyü yenilemek, ağlamak, bağırıp çağırmak ve benzen olumsuz hareketler için ise haramdır. Kadınların ziyaretini yasaklayan hadisler, bunlara yorumlanır. Eğer bu gibi olumsuz hareketler için değil de ibret almak için ziyaret etmek isterlerse, bu ziyaret mekruhtur. Ancak iştah çekmek hâlini yitirmiş bulunan ihtiyar kadınlar için caizdir, denilebilir. Nevevî, bu nakli yaptıktan sonra, bunu benimsediğini ifade ederek: Bununla beraber hadisin zahirini dikkate alarak ziyareti terk etmesi ihtiyatlı olanıdır, demiştir.
14- Kabirleri mescid edinmek kabrin yanında namaz kılmak ve kabrin yanında gece kalmak için kandil yakmak
عَنْ عَائِشَةَ أَنَّ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ: ”لَعَنَ اللَّهُ قَوْمًا اتَّخَذُوا قُبُورَ أَنْبِيَائِهِمْ مَسَاجِدَ “.
Ayşe (Radıyallahu anha)’dan: Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Peygamberlerinin kabrini mescid edinen kavme Allah lanet etsin” buyurdu.
İyi kimselerin kabirleri üzerine mescit binasıyla kabir sahiplerine ibadeti andırır veçhile ta'zim etmek dinen nehyedilmiştir. Peygamber, bu ta'zîm gitgide, oranın bir put edinilmesine ve putlara ibadet et­meye götürür diye bunu nehyetmiştir. Bundan, kabirleri mescit edinmek, suretleri ve timsalleri asıp dikmek, bir ölünün şanına ta'zimen kabrinin başında namaz kılmaktan nehy buyurulduğu gibi, mutlak olarak makbere namaz kılmaktan da nehy buyurulmuştur.
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- زَائِرَاتِ الْقُبُورِ وَالْمُتَّخِذِينَ عَلَيْهَا الْمَسَاجِدَ وَالسُّرُجَ.
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’dan şöyle demiştir: “Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kabirleri ziyaret eden kadınlara, kabirler üzerine mescid edinenlere ve oralarda kandil yakanlara lanet etmiştir.”
15- Rüşvet alan ve rüşvet veren
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ - صلى الله عليه وسلم- الرَّاشِىَ وَالْمُرْتَشِىَ في الحكم .
Abdullah b. Amr (Radıyallahu anh)’dan şöyle demiştir: “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), rüşvet verene de alana da lanet etmiştir.”
عَنْ ثَوْبَانَ قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- الرَّاشِىَ وَالْمُرْتَشِىَ وَالرَّائِشَ. يَعْنِى الَّذِى يَمْشِى بَيْنَهُمَا.
Sevban (Radıyallahu anh)’dan; şöyle demiştir: “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), rüşvet verene de alana da aracı olana da lanet etmiştir.”
Arapçada rüşvet verene ‘raşi’ alana ‘mürteşi’ ve rüşveti verenle alan arasında aracılık yapana da ‘raiş’ denir.
İbni Esir’in en-Nihaye isimli eserinde; bir kimsenin hakkını elde etmek veya bir haksızlığı önlemek için verdiği paranın rüşvet olmadığı ifade edilmektedir. Nitekim Habeşistan’da bir zorlukla karşılaşan İbni Mesut’un, iki dinar vererek kendini kurtardığı ifade edilmektedir.
Aliyy'ül-Kari’nin, Mirkat şerhinde; rüşvetin hakkı iptal, batılı ikame etmek için verilen menfaat olduğu ifade edilmekte; hakka erişmek, zulmü önlemek için bir menfaat vermekte sakınca olmadığı belirtilmektedir. Yine aynı eserde, bir kimsenin bir hakkı sahibine vermek uğrunda sarf etmek üzere rüşvet alınmasında bir sakınca olmadığı kaydediliyor. Fakat bu meselede rüşveti alan kimsenin bu davayı halletmek üzere görevlendirilmiş bir hâkim veya bir yetkili olmaması gerekir. Çünkü bu davayı adaletli bir şekilde neticelendir­mek onların aslî görevi olduğundan bu iş için rüşvet almaları caiz olmaz. Nitekim Hanefî ulemasından İbni Melek de bu görüştedir.
Aliyyül-Kari bu görüşü ifade ettikten sonra, bütün bu görüşleri aslında Hattabi’den naklettiğini belirterek şöyle diyor: “Hattabi’nin; bir kimsenin bir hakkı sahibine vermek uğrunda harcamak üzere rüşvet almasında bir sakınca olmadığını söylemesi aslında;
"مَنْ شَفَعَ لِأخِيهِ بِشَفَاعَةٍ، فَأهْدَى لَهُ هَدِيَةً فَقَبِلَهَا فَقَدْ أَتَى بَاباً عَظِيماً مِنْ أَبْوَابِ الرِّبَا"
“Mümin kardeşinin işinin görülmesi için aracı olan kimse bu yardımından dolayı kendisine gönderilmiş olan hediyeyi kabul ederse faiz kapılarından büyük bir kapıya gelmiş olur” hadisin zahirine aykırıdır.”
Mecmau’l-Bihar isimli eserde de; bir kimsenin kendi hakkını elde etmesi ya da bir haksızlığı önlemesi için verdiği malın rüşvet olmadığı ifade edilmektedir.
Ancak Şevkânî; Mecmau’l-Bihar’da zikredilen bu görüşün bir delile dayanmadığını söylemektedir. [Neyl’ül-Evtâr, VIII, 302]
Bu mevzuya Hanefî ulemasından Bedreddin Aynî şöyle der:
“Rüşvet dört kısımdır:
1- Alınması da verilmesi de haram olan rüşvet. Hâkimlik görevini elde edebilmek için verilen rüşvet gibi.
2- Hâkimin görevi başında vereceği bir hüküm için aldığı rüşvet. Bu rüşvetin hem alınması, hem verilmesi haramdır.
3- Bir kişinin malını veya canını kurtarmak için verdiği rüşvet. Bu sınıfa giren rüşveti almak haramsa da vermek haram değildir.
4- Sultan katında halledilmesi gereken fakat çıkmaza giren bir işin halledilmesi için verilen rüşvet. Bu sınıfa giren rüşvetin de alınması haram, verilmesi helâldir.
İbni Ebi Evfa (Radıyallahu anh)’in hadisini Tirmizi. Hâkim ve Beyhaki de rivayet etmişlerdir. Bu hadis, adaletten ayrılmayan hâkimin yardımcısının Allah olduğuna ve zu­lüm eden hâkim’in Allah'ın yardımından mahrum olduğuna delâlet eder. Şu noktayı da belirteyim: Adalet ve hakkaniyet ederken, ilahi adalet ve Allah'ın koymuş olduğu esaslara uygun hakkaniyettir, ilahi adalet ve hakkaniyet ölçülerine ters düşen bir adalet kavramı makbul ve muteber değildir.
Abdullah bin Amr (Radıyallahu anh)’in hadisini Tirmizi, Ebu Davud, İbni Hibban. Taberani ve Darekutnî de rivayet etmişlerdir.
Tirmizi ve Ebu Davud’un rivayetlerindeki hadis metni şöyledir:
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) rüşvet vereni ve rüşvet alanı lanetlemiştir.
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) falanı lanetledi, denilirken Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in o kimsenin Allah’ın rahmetinden uzak kalmasını diledi, manası çıkabildiği gibi o kimsenin ilahi rahmetten uzak kaldığını bildirdi, manası da çıkabilir. Her iki yorum da anlayanlar için büyük bir tehdittir.
Hülâsa burada Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) rüşvet vereni de alanı da lanetlemiştir. Yani bunların Allah’ın rahmetinden uzak olduklarını bildirmiştir ya da uzak kalmalarını dilemiştir.
Müellifimizin rivayeti de böyledir. Yani Allah’ın lanetinin bunlar üzerinde olduğu ve bunların rahmetten uzak tutulduğu Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından haber verilmiştir veya Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunların rahmetten uzak kalmaları için dilek ve bedduada bulunmuştur.
Ahmed b. Hanbel'in Sevban (Radıyallahu anh)’den rivayet ettiği bir hadiste ‘Raiş’ de vardır. Raiş, rüşvet alan ile veren arasında gidip gelen aracı demektir.
Tuhfe yazarı bu hadisin şehrinde özetle şu bilgiyi verir: “Raşî, rüşvet verendir. Mürteşî, rüşvet alandır. Raiş de bunlar arasında gidip gelen aracıdır. Rüşvet: Hak olmayan bir şeyi hak imiş gibi elde etmek için verilen mal ve menfaattir.
Kişinin hakkı olan bir şeyi elde edebilmesi için mecburiyet karşısında verdiği şey rüşvet sayılmaz. Keza bir zulmü defetmek ve kurtulmak için verilen şey de rüşvet sayılmaz. İbni Mesut (Radıyallahu anh) Habeşistan’da kendini kurtulabilmek için para verdiği gibi. Tabiîlerin imamlarından bir cemaatten rivayet edildiğine göre onlar: Bir kimsenin zulüm korkusuyla kendi canını veya malını korumak ve kurtarmak için bir şey vermesinde bir sakınca yok, demişlerdir.”
Aynü’l-Mabud yazarı da El-Kari den naklen özetle şöyle der:
“Rüşvet: Bir hakkın iptali veya hak olmayan bir şeyi hak imiş gibi elde etmek veya göstermek amacıyla verilen şeye denir. Fakat bir zulmü defetmek veya hak olan bir şeyi elde edebilmek için mecburiyet altında verilen şey rüşvet sayılmaz. Keza, hak sahibinin hakkını kazandırmak için çalışıp emek veren kimsenin aldığı mal da rüşvet sayılmaz. Böyle denilmiştir. Ancak son hüküm, hâkimler, İdareciler, devlet memurları ve yetkililer için değildir. Bunlar o hükmün dışında kalırlar. Çünkü hak sahibinin hakkını elde etmesi için ve kimsenin zulme uğramaması için çalışmak bunların görevleridir.”
Bir kimse kendi hakkını elde edebilmesi veya bir zulmü basından defetmesi için verdiği şey rüşvet değildir, denilmiştir.
Sevkani de: “Bir kimsenin hakkı olan bir şeyi elde edebilmesi için gerektiğinde vereceği şeyin rüşvet sayılmayacağı ve bu alnaçla hâkime rüşvet verebileceğini söyleyenlerin elinde makbul bir delil var ise bir diyeceğimiz yoktur. Muteber bir delil yok iken bunu, hadisin hükmünün dışında nasıl tuttuklarını bilemiyorum. Doğrusu ve hak olanı bu hadisin hükmünün umumiliğini tutmaktır, demiştir.”
16- Şarap içene yapana ve onunla muamele edene
عَنْ ابْنَ عُمَرَ يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ”لَعَنَ اللَّهُ الْخَمْرَ وَشَارِبَهَا وَسَاقِيَهَا وَبَائِعَهَا وَمُبْتَاعَهَا وَعَاصِرَهَا وَمُعْتَصِرَهَا وَحَامِلَهَا وَالْمَحْمُولَةَ إِلَيْهِ “.
(Abdullah) İbni Ömer (Radıyallahu anh), Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın (şöyle) buyurduğunu söylemiştir: “Şaraba, onu içene, sunana, satana (ve alana), onu (üzümden) imal edene, onun imal edilmesi için emir verene, taşıyıcısına, kendisine getirilen kimseye Allah lanet etsin.”
Hadislerde geçen bazı kelimelerin açıklaması şöyle; Asır: Sıkan, demektir. Yani mesela, içki imal edilmek üzere üzümü veya diğer bir maddeyi sıkan kişi demektir. Bu işi ister kendi şahsı için, ister başka kimse için yapsın fark etmez. Mananın iyi anlaşılması için bu kelimenin karşılığı olarak, 'imal eden' tabirini kullandık.
Mutesır: Sıkmak isteyen demektir. Yani üzümü veya benzeri bir maddeyi içki yapılmak üzere sıkmak isteyen kimse demektir. Bunu da 'İmal etmek isteyen' biçiminde tercüme ettik.
Bayi: Satıcı demektir, Mübta: Satın alan demektir. Hâmil: Taşıyıcı demektir. Mahmul İleyh de kendisi için taşınan kişi demektir.
Şarib: içici demektir. Sâkî: İçkiyi sunan, içmek isteyenlere takdim eden demektir. Müstekat leh: Kendisine sunulan demektir.
Bu hadis, gerek içkinin imali, yapımı ve gerekse alım satımı veya içilmesi ile ilgilenen kimselerin hepsinin Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından lanetlendiğini ifade eder. Lanetlemek, lanetlenen kimsenin Allah’ın rahmetinden uzak olmasını dilemektir.
Hadis-i şerifte şu dokuz şeye lanet edilmektedir:
1) Şaraba.
2) Âsıra: Yani şarap yapılması için üzüme sıkıp şırasını çıkarana. Bu işi kendisi için yapması ile başkası için yapmış olması arasında fark yoktur. Lanete müstehak olan, üzümün şarap yapılması niyetiyle çıkılmasıdır.
3) Şarabı içene.
4) Şarabı başkalarına sunana.
5) Onu satana.
6) Satın alana.
7) Şarap yapılması için üzümü başkalarına sıktırana.
8) Şarabı bir yerden diğer bir yere taşıyana.
9) Kendi isteği üzerine kendisine şarap taşınan kimseye.
Bunlara ilâveten Hz. Peygamber’in lanetlediği kimseler arasında Tirmizi ve İbni Mace’nin rivayetlerinde; şarabın parasını yiyen, kendisine şarap sunulan ve kendisine şarap satın alınan kimseler de sayılmaktadır.
Bilindiği gibi her şeyin lanete hedef olması ve lanetten etkilenmesi kendi durumu ve özelliklerine göre olur. Meselâ, şarabın lanetten etkilenmesi, onun içilmesinin haram hale gelmesi ve pis hale gelmesi şeklinde olur. Bu lanete hedef olan insanların ondan etkilenmeleri ise; günahkâr olmaları, Allah’ın rahmetinden uzak ve mahrum olmaları şeklinde tecelli eder.
Bezlü’l-Mechud yazarının açıklamasına göre, “Şarabı kendisi içmek için taşıyan kimse bu lanete hedef olursa da kendisi içmek için değil de ücret karşılığında başkalarına taşıyıveren kimse bu lanete hedef olmaz. İbni Âbidin de bu görüştedir. Hidaye müellifi bu mevzuda İmam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed arasında ihtilâf bulunduğunu zikrettikten sonra, İmam Ebu Hanife’ye göre; başkasına ücretle şarap taşıyan kimsenin de bu hükme girmediğini söylemiştir.” [Bezlü'l-Mechûd, XVI, 10.]
Tuhfetü’l-Ahvezî yazarına göre, “Şarap satan ve satın alan, hangi maksatla satarsa satsın veya satın alırsa alsın hadis-i şerifteki lanete müstehaktır.” [ Tuhfetü'l-Ahvezî, IV, 517.]
Şarap yapılması için üzümü sıkıp şırasını çıkaran ya da başkasına sıktıran kimsenin durumu da böyledir.
17- Meclisin ortasında oturana buradaki mana Cuma günleri ön saflara gitmek için halkın omuzlarından atlayana
عَنْ حُذَيْفَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- لَعَنَ مَنْ جَلَسَ وَسْطَ الْحَلْقَةِ.
Hüzeyfe (Radıyallahu anh)’dan: “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), halkanın ortasında oturana lanet etti.”
عَنْ أَبِى مِجْلَزٍ أَنَّ رَجُلاً أَتَى حُذَيْفَةُ فَقَالَ : أَلَمْ تَرَ أَنَّ فُلاَنًا مَاتَ. قَالَ : إِنَّ الَّذِى أَمَاتَهُ قَادِرٌ عَلَى أَنْ يُمِيتَكَ. فَجَلَسَ وَسْطَ الْحَلْقَةِ فَقَالَ لَهُ : قُمْ فَإِنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- لَعَنَ الَّذِى يَجْلِسُ وَسْطَ الْحَلْقَةِ.
Ebu Miclez’den: bir adam Huzeyfe’ye geldi: falanın öldüğünü görmedin mi? Dedi. Hüzeyfe: onu öldüren senide öldürmeye kadirdir, dedi. Adam halkanın ortasına oturdu. Hüzeyfe ona “kalk şüphesiz “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), halkanın ortasında oturana lanet etti” dedi.
Bu iki hadis-i şerifte, Hz. Peygamber’in meclisin ortasına oturan kişilere lanet ettiği ifade edilmektedir.
Meclisin ortasına oturan kimsenin, bu lanete müstahak ve hedef olmasının sebep ve hikmeti meclise son gelen kimselere, mecliste ilk karşılaşılan boş yere oturmayı em­reden bir önceki hadise muhalefet etmesidir. [Avnu’l-Ma’bûd, XIII, 173.]
Hattabi (Rahmetullahi Aleyh)’e göre; bu lanete sebep olarak, bu kişinin, Müslümanların ortasına oturduğu için birbirlerini görmelerini engel olmak suretiyle onları rahatsız etmiş olması da gösterilebilir. Hattabi’nin bu görüşünden hareket edilince orada bulunanları rahatsız etmeyen faziletli kişilerin meclisin ortasında oturmalarında bir sakınca yoktur. [Mansur Ali Nasıf, et-Tac V, 265.]
Turpuştî ise “söz konusu lanete hedef olanlar meclisin ortasına maskaralık için oturanlardır. Binaenaleyh böyle bir kötü niyet taşımadan ve cemaati rahatsız etmeden bir meclisin ortasına oturmakta herhangi bir sakınca yoktur” demiştir.
Nitekim Bezl yazarı da bu hadisi şerh ederken bu görüşe yer vermiş ve Tâberâni’nin Hz. Vasile’den naklettiği şu hadisi de delil getirmiştir.
"Bir gün Hz. Peygamberin huzuruna varmıştım. Hz. Peygamber sahabe-i kiramdan oluşan bir toplulukla birlikte oturuyordu. Ben de varıp meclisin ortasına oturdum.
Bazıları bana:
Ey Vâsile oradan kalk, çünkü biz orada oturmaktan nehyedildik, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
Vasile’yi bırakınız. Çünkü ben onu evinden neyin çıkardığını biliyorum, buyurdu. Ben de:
Ey Allah’ın Resulü beni evimden çıkaran nedir? diye sordum.
Sen evinden Berr ile Şekk arasındaki farkı öğrenmek için çıktın, buyurdu.
Ben de:
Seni hak Peygamber olarak gönderen zata yemin olsun ki, beni evden çıkaran bu dediğin şeyden başkası değildir, dedim.
Bunun üzerine:
Berr nefiste yerleşen ve kalbe huzur veren şeydir. Şekk ise nefiste yerleşmeyen şeydir, buyurdu.
18- Özellikle ehli olmayanlara lanete dene ki, Lanetin açık delili var. Rüzgâr ve hayvan gibi insan olmayanlara lanet edene
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ رَجُلاً لَعَنَ الرِّيحَ - وَقَالَ مُسْلِمٌ إِنَّ رَجُلاً نَازَعَتْهُ الرِّيحُ رِدَاءَهُ عَلَى عَهْدِ النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- فَلَعَنَهَا - فَقَالَ النَّبِىُّ -صلى الله عليه وسلم-” لاَ تَلْعَنْهَا فَإِنَّهَا مَأْمُورَةٌ وَإِنَّهُ مَنْ لَعَنَ شَيْئًا لَيْسَ لَهُ بِأَهْلٍ رَجَعَتِ اللَّعْنَةُ عَلَيْهِ “.
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’dan; Bir adam rüzgâra lanet etti... (Bu hadisi Ebu Davud’a rivayet eden diğer ravi) Müslim (ise bu hadisi) şöyle rivayet etti: “Hz. Peygamber zamanında rüzgâr bir adamın etekliğini vücudundan çekip aldı. Adam da rüzgâra lanet etti.” Bunun üzerine Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Ona, lanet etme! Çünkü o emirle hareket eder ve bir kimse lanete ehil olmayan bir şeye lanet edecek olursa o lanet kendisine döner” buyurdu.
Allah’ın emri seresi rüzgârlar bazen esip insanlara bereketli yağmurlar getirip ekinlerin ve meyvelerin olgunlaşıp tatlanmasına hizmet ederlerken, bazen da evlerin çatılarını uçurup, ağaçları ve ekinleri köklerinden söküp yeşillikleri kurutarak büyük felaketlere ve zararlara sebep olurlar. Bu hadiselerin hiçbiri rüzgârın kendi irade ve arzusuyla olmuş değildir. Rüzgârın bu hâdiselere sebep olması, ancak ve ancak yerlerin ve göklerin yegâne hâkimi olan yüce Allah’ın iradesiyle, insanların imtihan hikmetine mebni olarak meydana gelmektedir. Rüzgârın irade ve ihtiyarı olmadığına göre o bu zararların meydana gelmesinde sadece bir alet hükmündedir. Bilindiği gibi alet, akıl ve irade sahibi olmadığından cezaî ehliyete sahip değildir.
Binaenaleyh Müslüman her şeyde olduğu gibi; rüzgârın esip hayır ve şer getirmesi gibi tabiat olayları karşısındaki tavrında da devamlı uyanık olmalı ve daima lanet etmekten uzak durmalıdır:
“Hak kulundan intikamın yine abdiyle alır.
Bilmeyen ilm-i ledünnü anı abd etti sanır.
Her işin halikı O’dur, abd elinde işlenir.
Sanma ansız Bahriyâ, âlemde bir çöp deprenir.”
19- Sidr (Arabistan kirazı) ağacını kesene
عن حَسَّانُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ قَالَ سَأَلْتُ هِشَامَ بْنَ عُرْوَةَ عَنْ قَطْعِ السِّدْرِ وَهُوَ مُسْتَنِدٌ إِلَى قَصْرِ عُرْوَةَ فَقَالَ أَتَرَى هَذِهِ الأَبْوَابَ وَالْمَصَارِيعَ إِنَّمَا هِىَ مِنْ سِدْرِ عُرْوَةَ كَانَ عُرْوَةُ يَقْطَعُهُ مِنْ أَرْضِهِ وَقَالَ لاَ بَأْسَ بِهِ. زَادَ حُمَيْدٌ فَقَالَ هِىَ يَا عِرَاقِىُّ جِئْتَنِى بِبِدْعَةٍ قَالَ قُلْتُ إِنَّمَا الْبِدْعَةُ مِنْ قِبَلِكُمْ سَمِعْتُ مَنْ يَقُولُ بِمَكَّةَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- مَنْ قَطَعَ السِّدْرَ. ثُمَّ سَاقَ مَعْنَاهُ.
Hassan b. İbrahim dedi ki: "Ben Hişam b. Urve’ye (babası) Urve’nin köşküne dayanmış bir halde iken Arabistan kirazı ağaçlarını kesmenin hükmünü sordum da (bana): Şu kapıları ve kanatları görüyor musun? İşte onlar(ın maddesi) Urve’nin Arabistan kirazı ağaçlarıdır. Urve onu kendi arsasından keser ve bunda bir sakınca yoktur derdi. (Musannif Ebu Davud’a bu hadisi rivayet eden) Humeyd (b. Mesade bu rivayete şunları da) ekledi: Bunun üzerine (Hişam bu soruyu kendisine soran Hassan’a): Ey Iraklı! Sen (bana bidat (bir mesele) getirdin" dedi. (Hadisin kalan kısmını Hassan) şöyle anlattı. Ben de Hişam’a “Bidat sizin tarafınızdan (geldi); (çünkü) ben Mekke’de bir kimseyi Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Arabistan kirazı ağacını kesen kimseye lanet etti” derken işittim (sizse onu kesmenin caiz olduğunu söylüyorsunuz)” dedim. Sonra (Hassan şu) manayı rivayet etti. Yani “her kim çölde yolcuların ve hayvanların gölgelendiği bir Arabistan kirazı ağacını boş yere, haksız olarak keserse Allah onun başını cehenneme atsın,”
Hadis-i şerif, Taberani’nin Mu’cem’inde “Her kim Harem sınırları içinde bulunan Arabistan kirazı ağaçlarından birini keserse...” şeklinde rivayet edilmiştir. Taberani’nin bu rivayeti mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte geçen Arabistan kirazı ağacıyla, Mekke'nin Harem sınırları içerisinde bulunan Arabistan kirazı ağaçlarının kastedilmiş olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Ebu Davud’a göre ise bu hadis-i şerifte kesilmesi yasaklanan Arabistan kirazı ağacından maksat, çölde bitip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri için onları kesmek yasaklanmıştır.
Bazıları da “bu kelimeyle çölde yetişip de yolcuların ve hayvanların gölgesinde dinlendikleri Arabistan kirazı ağaçları kastedilmiş olabileceği gibi, herhangi bir şahsın mülkiyetinde olan Arabistan kirazı ağaçları da kastedilmiş olabilir” demişlerdir.
Fakat şurası bir gerçek ki, bu hadis muzdariptir. Çünkü Urve b. Zübeyr’den rivayet edilen birçok hadis-i şeriften, O'nun Arabistan kirazı ağaçlarını kesip kapı yaptığı anlaşılmaktadır. Urve b. Zübeyr’in oğlu Hişam ise bu konuda şöyle demiştir:
“İşte bu kapılar var ya bunlar babamın kestiği Arabistan kirazı ağacın­dan yapılmıştır ve ilim erbabı onu kesmenin caiz olduğunda ittifak etmişlerdir.”
Mirkatü's-Süud isimli eserde ise şöyle denilmektedir: “Ebu Sevr dedi ki: Ben Ebu Abdullah Eş-Şafiî’ye Arabistan kirazı ağacını kesmenin hükmünü sordum da;
Bunda bir sakınca yoktur, dedi ve Hz. Peygamber’in: “Onu Arabistan kirazı ağacıyla karıştırılmış olan su ile guslettiriniz” hadisini delil getirdi”
Hattabi’nin özel notlarında da bu mevzuda şu açıklama vardır. “Müzeni’ye Arabistan kirazı ağaçlarını kesmenin hükmü soruldu da şu cevabı verdi:
Öyle zannediyorum ki Hz. Peygamberin arabistan kirazı ağacını kesenlerin cehenneme gitmesi için yaptığı bu beddua, bir şahsın ya da bir yetimin özel Arabistan kirazı ağaçlarını kesen kimselerle ilgilidir. Fakat meclise sonradan gelen bir kimse Hz. Peygamber’in bu bedduayı niçin yaptığını anlayamadığı için hadisi noksan aktarmıştır.”
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki: Mekke veya Medine haremi sınırları dışında olan yahut ta başkasının mülkünde bulunmayan bir Arabistan kirazı ağacını kesmekte herhangi bir sakınca yoktur.
Münzirî’nin açıklamasına göre, bu hadis Muzdariptir. Çünkü Hişam’dan rivayet edilen bazı hadislerde bu hadisin tersine olarak Urve’nin Arabistan kirazı ağaçlarını kestiği ifade edilmektedir. Bu zıt rivayetlerden birini diğerine tercih etmek mümkün olmuyor..
20- İmamlığından hoşlanılmadığı halde imamlık edene
عَنِ الْحَسَنِ قَالَ سَمِعْتُ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ يَقُولُ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ثَلاَثَةً رَجُلٌ أَمَّ قَوْمًا وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ وَامْرَأَةٌ بَاتَتْ وَزَوْجُهَا عَلَيْهَا سَاخِطٌ وَرَجُلٌ سَمِعَ حَىَّ عَلَى الْفَلاَحِ ثُمَّ لَمْ يُجِبْ.
Hasan (Radıyallahu anh)’den, şöyle demiştir; Enes b. Mâlik (Radıyallahu anh)’den işittim şöyle diyordu: “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) üç kişiye lanet ederek onların Allah’ın rahmetinden uzak olmalarını istemiştir. Kendisini istemeyen kimselere imam olan kişiye, kocası kendisine kızgın olarak geceleyen kadına, Ezanı işitip de namazı kılmayan kimseye.”
21- Kocasına isteksizlik gösteren ve ona itaat etmeyen kadına
عَنِ الْحَسَنِ قَالَ سَمِعْتُ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ يَقُولُ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ثَلاَثَةً رَجُلٌ أَمَّ قَوْمًا وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ وَامْرَأَةٌ بَاتَتْ وَزَوْجُهَا عَلَيْهَا سَاخِطٌ وَرَجُلٌ سَمِعَ حَىَّ عَلَى الْفَلاَحِ ثُمَّ لَمْ يُجِبْ.
Hasan (Radıyallahu anh)’den, şöyle demiştir; Enes b. Mâlik (Radıyallahu anh)’den işittim şöyle diyordu: “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) üç kişiye lanet ederek onların Allah’ın rahmetinden uzak olmalarını istemiştir. Kendisini istemeyen kimselere imam olan kişiye, kocası kendisine kızgın olarak geceleyen kadına, Ezanı işitip de namazı kılmayan kimseye”
22- Namazda gevşeklik edene
عَنِ الْحَسَنِ قَالَ سَمِعْتُ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ يَقُولُ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ثَلاَثَةً رَجُلٌ أَمَّ قَوْمًا وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ وَامْرَأَةٌ بَاتَتْ وَزَوْجُهَا عَلَيْهَا سَاخِطٌ وَرَجُلٌ سَمِعَ حَىَّ عَلَى الْفَلاَحِ ثُمَّ لَمْ يُجِبْ.
Hasan (Radıyallahu anh)’den, şöyle demiştir; Enes b. Mâlik (Radıyallahu anh)’den işittim şöyle diyordu: “Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) üç kişiye lanet ederek onların Allah’ın rahmetinden uzak olmalarını istemiştir. Kendisini istemeyen kimselere imam olan kişiye, kocası kendisine kızgın olarak geceleyen kadına, Ezanı işitip de namazı kılmayan kimseye.”
Tirmizi: Enes’in bu hadisi sahih değildir. Çünkü Hasan’dan mürsel olarak yani rivâyet zincirinden bir kişi atlanarak rivayet edilmiştir, der.
Yine Tirmizi: Ahmed b. Hanbel hadisin ravilerinden Muhammed b. Kasım hakkında ileri geri konuşmuş olup, hafız olmadığını ve zayıf olduğunu söylemiştir.
İlim adamlarından bir kısmı istenmeyen imamın cemaate imamlık yapmasını hoş görmemişler, bilgisiz, cahil ve zalim değilse, günah onu istemeyen kimseleredir, demişlerdir.
Ahmed ve İshâk bu konuda şöyle derler: İstemeyen birkaç kişi olursa bir sakınca yoktur, çoğunluk istemezse o zaman bu durum geçerli olur.
Ayrıca Tirmizi: Bu konuda İbni Abbas, Talha, Abdullah b. Amr ve Ebu Umare’den de hadis rivayet edilmiştir, der.
23- Zekât ve sadaka vermeyene
عَنْ عَلِىِّ بْنِ أَبِى طَالِبٍ رضى الله عنه قَالَ لُعِنَ مَانِعُ الصَّدَقَةِ.
Ali b. Ebî Talib (Radıyallahu anh)’den; şöyle demiştir: “Zekât vermeyen lanetlendi”
24- Dinara ve dirheme kulluk edenlere
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ” لُعِنَ عَبْدُ الدِّينَارِ لُعِنَ عَبْدُ الدِّرْهَمِ “
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivâyete göre, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Dinar’a ve dirheme kulluk edenlere lanet edilmiştir.”
Buhari de lanet yerine helak anlamında olan “Tease” kelimesi ile rivayet edilmiştir. Yani “Dinar’a ve dirheme kulluk yapanlar helak olsun”
Bu hadiste, dünya malına taparcasına düşkün olan kimse aleyhi­ne dua edilmiştir. Çünkü ihtiyacından fazla mal biriktirmeye aşırı derecede düşkün olup bununla meşguliyetinden dolayı yükümlü bulunduğu dini vecîbeleri yerine getirmeyen, farz, vacib ve mendub ibadetleri yapmayan bir kimse doğru yoldan sapmış, dalâlete düşmüş demektir.
Hadisin sonunda: “Vücuduna bir diken batınca da cımbızla çıkaran bir kimse bulunmasın” şeklinde beddua edilmiştir. Yani çalışma ve hareket etmekten alakonsun. Çünkü çalışması ve hareketi, manevî sorumluluğunu, vebalini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramaz, kendisine bir yarar sağlamaz. Bir dikeni cımbızla çıkarmak yardım çe­şitlerinin en basiti, en kolayıdır. Böyle bir yardımdan yoksun kalmasını dilemek, her nevi dünyalık yardımın kesilmesini dilemeyi ifade eder.
25- Arap kabilelerinden Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e ezitey eden ve harp edenlere
عَنْ أَنَسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ - صلى الله عليه وسلم- قَنَتَ شَهْرًا يَلْعَنُ رِعْلاً وَذَكْوَانَ وَلِحْيَانَ.
Enes (Radıyallahu anh)’den: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), bir ay müddetle kunut yaptı Ri’l, Zekvân ve lihyan kabilelerine lanet etti.
عَنْ خُفَافِ بْنِ إِيمَاءِ بْنِ رَحَضَةَ الْغِفَارِىِّ قَالَ صَلَّى بِنَا رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- الصُّبْحَ وَنَحْنُ مَعَهُ فَلَمَّا رَفَعَ رَأْسَهُ مِنَ الرَّكْعَةِ الآخِرَةِ قَالَ” لَعَنَ اللَّهُ لِحْيَاناً وَرِعْلاً وَذَكْوَاناً وَعُصَيَّةُ عَصَتِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أَسْلَمَ سَالَمَهَا اللَّهُ وَغِفَارٌ غَفَرَ اللَّهُ لَهَا “. ثُمَّ وَقَعَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- سَاجِداً فَلَمَّا انْصَرَفَ قَرَأَ عَلَى النَّاسِ فَقَالَ” يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّى لَسْتُ أَنَا قُلْتُهُ وَلَكِنَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ قَالَهُ “.
Hufaf İbni Îma’ el-Gıfarî (Radıyallahu anh) anlatıyor: bize sabah namazını kıldırdı biz onunla beraber kıldık son rükûdan başını kaldırdı “Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) rükû’ya gitti, sonra başını kaldırdı ve “Beni Lihyan, Ri’l, Zekvan kabileleri ile Allah ve Resulüne isyan eden Usayye kabilesine Allah lanet etsin. Gıffâr’a Allah mağfiret eylesin! Eslem’e de Allah selamet versin” deyip secdeye gitti.” Namazı bitirdikten sonra cemaate döndü Kur’an okudu ve şöyle buyurdu: “Ey cemaat bunu ben söylemedim fakat Allah söyledi.”
“Bi’r-i Maûne” vakası dolayısı ile Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir ay müddetle sabah namazında bazı Arap kabilelerine beddua etmiş; ondan sonra bu işten vazgeçmiştir.
Lihyân, Ri’l, Zekvân ve Usay ye küçük kabileler olup her biri Süleym’in bir dalıdır. Âmir b. Tufeyl melunu yetmiş hafızı, bunlar vasıtası ile şehit etmişti.
İşte Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in bir ay müddetle sabah namazının ikinci rekâtında; rükûdan doğrulduktan sonra haklarında beddua ettiği kimseler bunlardır. Sonra Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’i teselli eden ayet nazil olunca bundan vazgeçmiştir.
Bi'r-i Maûne vakası şudur: Hicretin dördüncü yılında Ebu Bera’ Âmir b. Malik El-Kilabi, mensup bulunduğu Kilab kabilesi arasında irşad’da bulunmak üzere birkaç kişi göndermesini Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’den rica etmiş. Fahr-i Kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz:
“Ben, Necid havalisinden endişe ederim; Ben ashabımın hayatından mesulüm.” diyerek; bu teklifi kabul etmek istememişti. Çünkü Âmir b. Tufeyl, Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e:
“Çöller senin; şehirler bizim olsun!” demişti. Fakat Ebu Berâ’ teminatta bulunduğu için sonunda Resul-ü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ensâr-ı kiramdan yetmiş kişiyi, oraya göndermeye razı oldu. Bu zevat Zühd-ü Takvanın timsali idiler. Gündüzün odun toplar; akşamleyin satarlar, maişetlerini bu suretle temin ederlerdi. Hepsi Ashab-ı Suffa’dan idiler. Kendilerine “Kurrâ” denirdi.
Bunlar Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in emri üzerine yola revan oldular. Reisleri Münzir b. Amr idi. “Bi’r-i Maûne” denilen yere vardıkları zaman orada durmuşlar; içlerinden Hiram b. Milhan’a, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in mektubunu vererek onu Âmir b. Tufeyl’e göndermişlerdi. Âmir, mektubu okumaya bile lüzum görmeyerek hemen Hiram’ı öldürmüş kendisine mücavir yaşayan Ri’l, Zekvân ve Usayye kabilelerine haber göndererek derhal toplanmalarını istemiş; onlar da toplanarak Amir’i beklemişlerdi.
Beri tarafta Hiram b. Milhan’ı bekleyen ashap, beklemekten bıkmışlar, Amir’in bulunduğu tarafa doğru ilerlemişler. Fakat yolda düşman tarafından sarılarak şehit edilmişlerdi. İçlerinden yalnız Amr b. Ümeyye öldürülmemiş, Âmir b. Tüfeyl onunla alay ederek:
“Annem bir köle azat etmeyi adamıştı. İşte ben de seni azat ediyorum” demişdi. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu faciayı haber alınca fevkalade müteessir olmuş; ömründe hiçbir hadise onu bu kadar üzmemişti. Bu sebeple tam bir ay namazdan sonra bu zalim kabileler aleyhine bedduada bulundu.
عَنْ عَمْرِو بْنِ عَبَسَةَ السُّلَمِيِّ قَالَ : كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَعْرِضُ يَوْمًا خَيْلًا وَعِنْدَهُ عُيَيْنَةُ بْنُ حِصْنِ بْنِ بَدْرٍ الْفَزَارِيُّ ، فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : " أَنَا أَفْرَسُ بِالْخَيْلِ مِنْكَ " ، فَقَالَ عُيَيْنَةُ : وَأَنَا أَفْرَسُ بِالرِّجَالِ مِنْكَ ، فَقَالَ لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : " وَكَيْفَ ذَاكَ ؟ " قَالَ : خَيْرُ الرِّجَالِ رِجَالٌ يَحْمِلُونَ سُيُوفَهُمْ عَلَى عَوَاتِقِهِمْ جَاعِلِينَ رِمَاحَهُمْ عَلَى مَنَاسِجِ خُيُولِهِمْ ، لَابِسُو الْبُرُودِ مِنْ أَهْلِ نَجْدٍ ، فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : " كَذَبْتَ بَلْ خَيْرُ الرِّجَالِ رِجَالُ أَهْلِ الْيَمَنِ ، وَالْإِيمَانُ يَمَانٍ إِلَى لَخْمٍ وَجُذَامَ وَعَامِلَةَ ، وَمَأْكُولُ حِمْيَرَ خَيْرٌ مِنْ آكِلِهَا ، وَحَضْرَمَوْتُ خَيْرٌ مِنْ بَنِي الْحَارِثِ ، وَقَبِيلَةٌ خَيْرٌ مِنْ قَبِيلَةٍ ، وَقَبِيلَةٌ شَرٌّ مِنْ قَبِيلَةٍ ، وَاللَّهِ مَا أُبَالِي أَنْ يَهْلِكَ الْحَارِثَانِ كِلَاهُمَا ، لَعَنَ اللَّهُ الْمُلُوكَ الْأَرْبَعَةَ : جَمَدَاءَ ، وَمِخْوَسَاءَ ، وَمِشْرَخَاءَ ، وَأَبْضَعَةَ ، وَأُخْتَهُمُ الْعَمَرَّدَةَ " ثُمَّ قَالَ : " أَمَرَنِي رَبِّي عَزَّ وَجَلَّ أَنْ أَلْعَنَ قُرَيْشًا مَرَّتَيْنِ ، فَلَعَنْتُهُمْ ، وَأَمَرَنِي أَنْ أُصَلِّيَ عَلَيْهِمْ ، فَصَلَّيْتُ عَلَيْهِمْ مَرَّتَيْنِ " ثُمَّ قَالَ : " عُصَيَّةُ عَصَتِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ ، غَيْرَ قَيْسٍ وَجَعْدَةَ وَعُصَيَّةَ " ثُمَّ قَالَ : " لَأَسْلَمُ وَغِفَارُ وَمُزَيْنَةُ وَأَخْلَاطُهُمْ مِنْ جُهَيْنَةَ خَيْرٌ مِنْ بَنِي أَسَدٍ وَتَمِيمٍ وَغَطَفَانَ وَهَوَازِنَ عِنْدَ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ " ثُمَّ قَالَ : " شَرُّ قَبِيلَتَيْنِ فِي الْعَرَبِ نَجْرَانُ ، وَبَنُو تَغْلِبَ ، وَأَكْثَرُ الْقَبَائِلِ فِي الْجَنَّةِ مَذْحِجٌ وَمَأْكُولُ
Amr İbni Abese Es-Sülemî (Radıyallahu anh)’den; Şöyle dedi: Bir gün Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e bir at arz olundu. Yanında Üyeyne İbni Hısn İbni Bedr el-Fezari vardı. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona: “Ben atları senden daha iyi bilirim” dedi. Üyeyne de: “Ben adamları senden daha iyi bilirim” dedi. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona sordu: “nasıl?” Üyeyne dedi ki; “Enhayırlı adamlar, kılıçlarını omuzlarında taşıyan, mızraklarını atlarının sırtına koyan ve bürde giyen Necid halkıdır.” Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona: “Yalan söylüyorsun. En hayırlı adamlar Yemen halkıdır. Yemen halkının imanı Lahm kabilesine, Cuzam kabilesine ve Amile b. Sebe kabilesine kadar… Himyer’in eskileri (ölmüşleri), şimdikilerinden (yaşayanlarından) daha hayırlıdır. Hadramut Beni Haristen daha hayırlıdır. Bir kabile bir kabileden hayırlı, Bir kabile bir kabileden şerlidir. Allah’a yemin olsun ki iki harisin her ikisinin de helak olmasına aldırmam (umurumda değil). Allah dört krala lanet etsin: Cemeda’, Mihvesa’, Mişreha’ ve Ebdea ve onların kardeşleri Amerrede’ye.” Sonra şöyle buyurdu: “izzet ve celal sahibi yüce Rabbim Bana Kureyş’i iki kez lanetlememi emretti - ben de onlara lanet ettim ve onlara iki kez dua etmemi emretti ben de onlara iki kez dua ettim. Sonra buyurdu ki: “Kays ve Ca’de hariç, Üsayye kabilesi Allah’a ve Resulüne asi oldu,.” ve Sonra buyurdu ki: “Elsem, Gifar, Müzeyme kabileleri ve Cüheyne kabilesinden onlara karışanlar Allah katında kıyamet gününde Beni Esed, Temim, Gatafan ve Havazin kabilelerinden daha hayırlıdırlar.” Sonra şöyle buyurdu: “Araplar arasındaki en şerli iki kabile Necran ve Beni Sa’lebedir. Cennetteki kabilelerin çoğu mezhic ve me’küldür.”
26- Akrep
عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ لَدَغَتِ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- عَقْرَبٌ وَهُوَ فِى الصَّلاَةِ فَقَالَ” لَعَنَ اللَّهُ الْعَقْرَبَ مَا تَدَعُ الْمُصَلِّىَ وَغَيْرَ الْمُصَلِّى اقْتُلُوهَا فِى الْحِلِّ وَالْحَرَمِ “.
Aişe (Radıyallahü anha)’dan; Şöyle demiştir: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namaz kılarken Onu akrep soktu. Bunun üzerine “Allah akrebe lanet etsin. Namaza duranı ve başkasını bırakmaz. Onu harem (mıntıkasın) da ve hill (harem dışındaki yer) de öldürünüz.” buyurdu.
27- Sevenlerin arasını açmak (ayırmak)
عَنْ أَبِى مُوسَى قَالَ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- مَنْ فَرَّقَ بَيْنَ الْوَالِدَةِ وَوَلَدِهَا وَبَيْنَ الأَخِ وَبَيْنَ أَخِيهِ.
Ebu Musa (el-Eş’arî) (Radıyallahüanh)’den; Şöyle demiştir: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (cariye olan) anne ile çocuğunu ve (köle olan) iki kardeşi birbirinden ayıran kimseye lanet etmiştir.
Bu hadiste cariye ile çocuğunu ve köle olan kardeşleri birbirinden ayırmanın yasaklığına ve bu hareketin Allah'ın rahmetinden uzak kalmaya sebep olduğuna delâlet eder. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in lanet etmesi kişinin Allah'ın rahmetinden uzak kalması için dilekte bulunması demektir. Bunun nasıl bir tehdid olduğu açıktır.
عَنْ عِمْرَانَ بْنِ حُصَيْنٍ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم-” مَلْعُونٌ مَنْ فَرَّقَ “. قَالَ أَبُو بَكْرٍ هَذَا مُبْهَمٌ وَهُوَ عِنْدَنَا فِى السَّبْىِ وَالْوَلَدِ .
İmran b. Hüsayn (Radıyallahü anh)’den; Şöyle demiştir: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem}”ara açan lanetlenmiştir” buyurdu. Ebu Bekir derki; bu ifade kapalıdır bize göre ana ile evladın arasını açandır.
28- Mezar soyucu
عَنْ أَبِى الرِّجَالِ مُحَمَّدِ بْنِ عَبْدِ الرَّحْمَنِ عَنْ أُمِّهِ عَمْرَةَ بِنْتِ عَبْدِ الرَّحْمَنِ أَنَّهُ سَمِعَهَا تَقُولُ لَعَنَ رَسُولُ اللَّهِ –ص-لى الله عليه وسلم- الْمُخْتَفِىَ وَالْمُخْتَفِيَةَ يَعْنِى نَبَّاشَ الْقُبُورِ.
Ebu Rical Muhammed b. Abdurrahman annesi Amre binti Abdurrahman (Radıyallahü anhuma)’dan şöyle işitmiştir: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah, mezar soyguncusu erkeğe de mezar soyguncusu kadına da lanet etsin.”
29- Mekke’de Haram bölgesinde Hırsızlık yapan
عَنْ أَبِى الطُّفَيْلِ قَالَ سُئِلَ عَلِىٌّ هَلْ خَصَّكُمْ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- بِشَىْءٍ فَقَالَ مَا خَصَّنَا رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- بِشَىْءٍ لَمْ يَعُمَّ بِهِ النَّاسَ كَافَّةً إِلاَّ مَا كَانَ فِى قِرَابِ سَيْفِى هَذَا. قَالَ فَأَخْرَجَ صَحِيفَةً مَكْتُوبٌ فِيهَا ” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ سَرَقَ مَنَارَ الأَرْضِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ لَعَنَ وَالِدَهٌ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ آوَى مُحْدِثاً “.
Ebu Tufeyl (Radıyallahu anh) şöyle dedi: “Hz. Ali (Radıyallahu anh)’a soruldu: Allah Resulü size bir şeyle tahsis etti mi? Buyurdu:
“Resl-i Ekrem, şu kılıç bağında olanın dışında umumi olarak tüm halkın bilmediği bir şeyi bir şeye tahsis etmedi. Dedi. Bir sahife çıkardı. Onda: “ Allah’tan başkasının adına kesene Allah lanet etsin! Yeryüzünün kandilinde (Mekke’de–Haremde) çalana (hırsızlık yapana) Allah lanet etsin! Annesine babasına lanet edene Allah lanet etsin! Bid’atçı (günahkârı) barındırana Allah lanet etsin!” yazılıydı.
30- Özellikle Kurban Bayramı’nda, Arafe ve Teşrik günleri olan Hacc’ın en büyük günlerinde Hac için telbiyeyi bırakana.
عنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ قَالَ أَتَيْتُ عَلَى ابْنِ عَبَّاسٍ بِعَرَفَةَ وَهُوَ يَأْكُلُ رُمَّاناً فَقَالَ أَفْطَرَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- بِعَرَفَةَ وَبَعَثَتْ إِلَيْهِ أُمُّ الْفَضْلِ بِلَبَنٍ فَشَرِبَهُ وَقَالَ ” لَعَنَ اللَّهُ فُلاَناً عَمَدُوا إِلَى أَعْظَمِ أَيَّامِ الْحَجِّ فَمَحَوْا زِينَتَهُ وَإِنَّمَا زِينَةُ الْحَجِّ التَّلْبِيَةُ “.
Said b. Cübeyr şöyle dedi: Arafat’ta İbni Abbas’a gittim nar yiyordu, şöyle dedi: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Arafat’ta iftar etti Ümmü Fadl süt gönderdi. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onu içti ve şöyle buyurdu:“Allah falana lanet etsin hacc’ın en büyük gününü yok etti ve süsünü mahvetti. Zira haccın süsü telbiyedir.”
31- Fars ve Acem kralı kisra (Fars ve Rum)
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ أَقْبَلَ سَعْدٌ إِلَى النَّبِىِّ -صلى الله عليه وسلم- فَلَمَّا رَآهُ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ” إِنَّ فِى وَجْهِ سَعْدٍ لَخَبَراً “. قَالَ قُتِلَ كِسْرَى . قَالَ يَقُولُ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ” لَعَنَ اللَّهُ كِسْرَى إِنَّ أَوَّلَ النَّاسِ هَلاَكاً الْعَرَبُ ثُمَّ أَهْلُ فَارِسَ “.
Ebu Hüreyre (Radıyallahuanh)’in şöyle dediği anlatılmıştır: Sa’d Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in huzurunageldi. Onu gördüğü zaman Allah’ın elçisi: Sa’d’ın yüzünden haber olduğu anlaşılıyor. Sa’d kisra öldü dedi. Ebu Hüreyre diyor ki; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Allah kisraya lanet etsin önce Arapları sonra da pers halkını katletti.” Helakle kastedilen onların Müslüman orduları önünde hezimete uğramasıdır.
عَنْ عُتْبَةَ بْنِ عَبْدِ السَّلَمِيِّ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ” لَعَنَ ‌اللهُ الْأَعْجَمَيْنِ: فَارِسَ وَالرُّومَ “
Utbe b. Abe es-Sülemî (Radıyallahu anh)’den: Allah acemlere: (pers ve rumlara) lanet etsin.
32- Kardeşi karşısında kılıç ve silahçeken ve emniyetsiz bir şekilde dolaştıran
عَنْ جَابِرٍ أَنَّ بَنَّةَ الْجُهَنِىَّ أَخْبَرَهُ َأَنَّ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- مَرَّ عَلَى قَوْمٍ فِى الْمَسْجِدِ أَوْ فِى الْمَجْلِسِ يَسُلُّونَ سَيْفاً بَيْنَهُمْ يَتَعَاطَوْنَهُ بَيْنَهُمْ غَيْرَ مَغْمُودٍ فَقَالَ ” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ يَفْعَلُ ذَلِكَ أَوَلَمْ أَزْجُرْكُمْ عَنْ هَذَا ؟ إِذَا سَلَلْتُمُ السَّيْفَ فَلْيَغْمِدْهُ الرَّجُلُ ثُمَّ لِيُعْطِهِ كَذَلِكَ.
Cabir (Radıyallahu anh)’den: Benne el-Cüheyni ona haber vermiştir: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mescitte (veya mecliste) bir kavme uğradı aralarında kınından sıyrılmış hakde kılıcı kınsız olarak birbirlerine veriyorlardı. “Böyle yapana Allah lanet etsin! Sizi bundan men etmedim mi? Kılıcınızı kınından çektiğiniz zaman adam onu kınına koysun sonra da onu öylece versin.”
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِىِّ - صلى الله عليه وسلم- قَالَ ” الْمَلاَئِكَةُ تَلْعَنُ أَحَدَكُمْ إِذَا أَشَارَ لأَخِيهِ بِحَدِيدَةٍ وَإِنْ كَانَ أَخَاهُ لأَبِيهِ وَأُمِّهِ “. قَالَ أَبِى وَلَمْ يَرْفَعْهُ ابْنُ أَبِى عَدِىٍّ.
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz demiri (silahı) işaret ederek ana baba bir kardeşi bile olsa kardeşini korkutursa melekler ona lanet eder.”
Bu hadis Müslümanın hürmetini tekit etmekte; onu korkutmak, telâşlandırmak ve eza etmek gibi şeyleri şiddetle yasaklamaktadır.
“İsterse anne baba bir kardeşine olsun...” cümlesi nehyin herkese âm ve şamil olduğunu mübalağalı bir şekilde göstermektedir. Binâenaleyh akrabası olsun, yabancı olsun şaka veya oyun için yapılsın, bir Müslümanı korkutmak herhalde haramdır.
Buradaki demirden maksat başka rivayetlerde de işaret buyrulduğu gibi silahtır. Silahla din kardeşini korkutan kimseye meleklerin lanet etmesi, bu işin haram olduğuna delildir.
Hadiste hatta kelimesinden sonra mahzuf vardır. Bu mahzuf “Bırakıncaya kadar...” diye takdir olunur.
33- Kendisini Babasından başkasına nispet edene

عَنِ عَمْرَو بْنَ خَارِجَةَ قَالَ لَيْثٌ فِى حَدِيثِهِ خَطَبَنَا رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- وَهُوَ عَلَى نَاقَتِهِ فَقَالَ” أَلاَ إِنَّ الصَّدَقَةَ لاَ تَحِلُّ لِى وَلاَ لأَهْلِ بَيْتِى “. وَأَخَذَ وَبَرَةً مِنْ كَاهِلِ نَاقَتِهِ فَقَالَ” وَلاَ مَا يُسَاوِى هَذِهِ أَوْ مَا يَزِنُ هَذِهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنِ ادَّعَى إِلَى غَيْرِ أَبِيهِ أَوْ تَوَلَّى غَيْرَ مَوَالِيهِ الْوَلَدُ لِلْفِرَاشِ وَلِلْعَاهِرِ الْحَجَرُ إِنَّ اللَّهَ قَدْ أَعْطَى كُلَّ ذِى حَقٍّ حَقَّهُ وَلاَ وَصِيَّةَ لِوَارِثٍ “.
Amribniharice’den; Leys hadisinde şöyle diyor: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) devesinin üzerinde bize hutbe irad etti ve şöyle buyurdu: “Dikkat edin bana ve ehli beytime sadaka helal değildir.” Devesinin sirtından bir tüy aldı. “Buna eşitte olsa veya bunun ağırlığı kadar bile olsa helal değildir. Babasının başkası olduğunu iddia edene Allah lanet etsin! Kendisini efendilerinden başkasına nispet eden köleye Allah lanet etsin! Çocuk yatağın sahibinindir. Zina eden (evli kişiye) recm vardır. Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirasçı için vasiyet yoktur.”

34- İnsanların (avrat mahalline) bakana
عَنْ عَمْرٍو مَوْلَى الْمُطَّلِبِ عَنِ الْحَسَنِ قَالَ بَلَغَنِى أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ :” لَعَنَ اللَّهُ النَّاظِرَ وَالْمَنْظُورَ إِلَيْهِ “.

Muttalib’inmevlası (anlaşmalı kölesi) Amr’dan o da Hasan’dan; şöyle dedi: bana ulaştı ki, Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “(Avrat mahalline) Bakana da baktırana da Allah lanet etsin.”
35- Müslümanlar arasında tefrika yapana özellikle haşimoğulları ve muttalipoğulları arasında!..
عَنْ زَيْدِ بْنِ عَلِىٍّ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم:” هَاشِمٌ وَالْمُطَّلِبُ كَهَاتَيْنِ “. وَضَمَّ أَصَابِعَهُ وَشَبَّكَ بَيْنَ أَصَابِعِهُ :” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ فَرَّقَ بَيْنَهُمَا رَبَّوْنَا صِغَارًا، وَحَمَلْنَاهُمْ كِبَارًا “.
{ق} قَالَ الشَّيْخُ : وَإِنَّمَا تَكَلَّمَ فِيهِ عُثْمَانُ وَجُبَيْرٌ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُمَا لأَنَّ عُثْمَانَ هُوَ ابْنُ عَفَّانَ بْنِ أَبِى الْعَاصِ بْنِ أُمَيَّةَ بْنِ عَبْدِ شَمْسِ بْنِ عَبْدِ مَنَافٍ وَجُبَيْرٌ هُوَ ابْنُ مُطْعِمِ بْنِ عَدِىِّ بْنِ نَوْفَلِ بْنِ عَبْدِ مَنَافٍ وَهَاشِمٌ وَالْمُطَّلِبُ وَعَبْدُ شَمْسٍ وَنَوْفَلٌ كَانُوا إِخْوَةً فَأَعْطَى سَهْمَ ذِى الْقُرْبَى بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطَّلِبِ دُونَ بَنِى عَبْدِ شَمْسٍ وَبَنِى نَوْفَلٍ وَقَالَ :” إِنَّهُمْ لَمْ يُفَارِقُونِى فِى جَاهِلِيَّةٍ وَلاَ إِسْلاَمٍ وَإِنَّمَا بَنُو هَاشِمٍ وَبَنُو الْمُطَّلِبِ شَىْءٌ وَاحِدٌ “. وَفِى الرِّوَايَةِ الْمُرْسَلَةِ :” رَبُّونَا صِغَارًا وَحَمَلْنَاهُمْ أَوْ قَالَ وَحَمَلُونَا كِبَارًا “. وَإِنَّمَا قَالَ ذَلِكَ وَاللَّهُ أَعْلَمُ لأَنَّ هَاشِمَ بْنَ عَبْدِ مَنَافٍ تَزَوَّجَ سَلْمَى بِنْتَ عَمْرِو بْنِ لَبِيدِ بْنِ حَرَامٍ مِنْ بَنِى النَّجَّارِ بِالْمَدِينَةِ فَوَلَدَتْ لَهُ شَيْبَةَ الْحَمْدِ ثُمَّ تُوُفِّىَ هَاشِمٌ وَهُوَ مَعَهَا فَلَمَّا أَيْفَعَ وَتَرَعْرَعَ خَرَجَ إِلَيْهِ عَمُّهُ الْمُطَّلِبُ بْنُ عَبْدِ مَنَافٍ فَأَخَذَهُ مِنْ أُمِّهِ وَقَدِمَ بِهِ مَكَّةَ وَهُوَ مُرْدِفُهُ عَلَى رَاحِلَتِهِ فَقِيلَ عَبْدٌ مَلَكَهُ الْمُطَّلِبُ فَغَلَبَ عَلَيْهِ ذَلِكَ الاِسْمُ فَقِيلَ عَبْدُ الْمُطَّلِبِ وَحِينَ بُعِثَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- بِالرِّسَالَةِ آذَاهُ قَوْمُهُ وَهَمُّوا بِهِ فَقَامَتْ بَنُو هَاشِمٍ وَبَنُو الْمُطَّلِبِ مُسْلِمُهُمْ وَكَافِرُهُمْ دُونَهُ وَأَبَوْا أَنْ يُسْلِمُوهُ فَلَمَّا عَرَفَتْ قُرَيْشٌ أَنْ لاَ سَبِيلَ إِلَى مُحَمَّدٍ صلى الله عليه وسلم مَعَهُمْ اجْتَمَعُوا عَلَى أَنْ يَكْتُبُوا فِيمَا بَيْنَهُمْ عَلَى بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطَّلِبِ أَنْ لاَ يُنْكِحُوهُمْ وَلاَ يَنْكِحُوا إِلَيْهِمْ وَلاَ يُبَايِعُوهُمْ وَلاَ يَبْتَاعُوا مِنْهُمْ وَعَمَدَ أَبُو طَالِبٍ فَأَدْخَلَهُمُ الشِّعْبَ شِعْبَ أَبِى طَالِبٍ فِى نَاحِيَةٍ مِنْ مَكَّةَ وَأَقَامَتْ قُرَيْشٌ عَلَى ذَلِكَ مِنْ أَمْرِهِمْ فِى بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطَّلِبِ سَنَتَيْنِ أَوْ ثَلاَثًا حَتَّى جُهِدُوا جَهْدًا شَدِيدًا ثُمَّ إِنَّ اللَّهَ تَعَالَى بِرَحْمَتِهِ أَرْسَلَ عَلَى صَحِيفَةِ قُرَيْشٍ الأَرَضَةَ فَلَمْ تَدَعْ فِيهَا اسْمًا لِلَّهِ إِلاَّ أَكَلَتْهُ وَبَقِىَ فِيهَا الظُّلْمُ وَالْقَطِيعَةُ وَالْبُهْتَانُ وَأُخْبِرُ بِذَلِكَ رَسُولُهُ وَأَخْبَرَ بِهِ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- أَبَا طَالِبٍ وَاسْتَنْصَرَ بِهِ أَبُو طَالِبٍ عَلَى قَوْمِهِ وَقَامَ هِشَامُ بْنُ عَمْرِو بْنِ رَبِيعَةَ فِى جَمَاعَةٍ ذَكَرَهُمُ ابْنُ إِسْحَاقَ فِى الْمَغَازِى بِنَقْضِ مَا فِى الصَّحِيفَةِ وَشَقَّهَا فَلِذَلِكَ جَمَعَ أَمِيرُ الْمُؤْمِنِينَ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّاب رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ فِى سَائِرِ الأَعْطِيَةِ بَيْنَ بَنِى هَاشِمٍ وَبَنِى الْمُطَّلِبِ وَقَدَّمَهُمَا عَلَى بَنِى عَبْدِ شَمْسٍ وَبَنِى نَوْفَلٍ وَإِنَّمَا وَقَعَتِ الْبِدَايَةُ بِبَنِى عَبْدِ شَمْسٍ قَبْلَ نَوْفَلٍ لأَنَّ هَاشِمًا وَالْمُطَّلِبَ وَعَبْدَ شَمْسٍ كَانُوا إِخْوَةً لأَبٍ وَأُمٍ وَأُمُّهُمْ عَاتِكَةُ بِنْتُ مُرَّةَ وَنَوْفَلٌ كَانَ أَخَاهُمْ لأَبِيهِمْ وَأُمُّهُ وَاقِدَةُ بِنْتُ حَرْمَلٍ وَعَبْدُ مَنَافٍ وَعَبْدُ الْعُزَّى وَعَبْدُ الدَّارِ بَنُو قُصَىٍّ كَانُوا إِخْوَةً وَالْبِدَايَةُ بَعْدُ بِبَنِى عَبْدِ مَنَافٍوَ إِنَّمَا وَقَعَتْ بِبَنِى عَبْدِ الْعُزَّى لأَنَّهَا كَانَتْ قَبِيلَةَ خَدِيجَةَ زَوْجِ النَّبِىِّ صلى الله عليه وسلم فَإِنَّهَا خَدِيجَةُ بِنْتُ خُوَيْلِدِ بْنِ أَسَدِ بْنِ عَبْدِ الْعُزَّى قَالَ وَفِيهِمْ أَنَّهُمْ مِنَ الْمُطَيَّبِينَ.
Zeyd İbni Ali (Radıyallahu anhüma)’dan: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): İki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek; “Haşim ve Muttalip oğulları bunlar gibidir. Onların arasını ayırana Allah lanet etsin. Onlar, Gençken bizi yetiştirdiler, büyükken de bize sorumluluklar yüklediler.”
Ancak burada Cübeyr ve Osman (Radıyallahu anhüma) konuştu. Çünkü Osaman ibni Affan İbni As İbni Ümeyye İbni Abdi Şems İbni abdienaf’ın oğludur. Cübeyr ise Mut’üm İbni Adiyy İbni Nevfel İbni Abdi Menaf’ın oğludur. Haşim, muttalib, Abdi Şems ve Nevfel de kardeştirler. (Şeyh dedi ki): Beni Haşim, Beni Muttalib’e akrabalık payı verdi. Beni Abdi Şems ve Beni Nevfel’e vermedi. Ve şöyle dedi: “Cahiliye’de ve İslam’da benden ayrılmadılar. Haşim oğulları ve Muttalib oğulları birdir.” Gelen rivayetlerde:
“Allah daha iyi bilir ki; Haşim İbni Abdi Menaf Medine de Neccar oğullarından Amr İbni Lebid İbni Haram'ın kızı selma ile evlendi. Esma Haşim'e Şeybe adında bir erkek çocuk doğurdu. Sonra Haşim öldü. Çocuk ergenlik çağına kadar Medine de annesiyle beraber kaldı. Ergenlik çağına geldiğinde amcası Muttalib İbni Abdi Menaf geldi annesinden onu aldı, Mekke’ye götürdü. Devenin terkisinde geldi ve halk onu Muttalib’in sahip olduğu bir köle zannederek Abdul-Muttalib yani Muttalib’in kölesi dediler bu isim galip geldi ve artık böyle çağırdılar. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) risaletle gönderilince, kavmi ona eziyet (işkence) ve zulmetmek istedi. Bunun üzerine Beni Haşim ve Beni Muttalib karşı çıktı. Ondan yüz çevirenler dışında Müslümanı, kâfiri onu teslim etmeyi reddettiler. Kureyşliler, Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e mani olacak bir yol olmadığını anladıklarında, Benî Hâşim ve Benî Muttalib hakkında, kendileriyle kız alıp kız vermemek, alış veriş yapmamak (bir şey alıp satmamak) ve hiçbir şekilde yardım ermemek hususunda aralarında bir sözleşme yazmak üzere toplanıp anlaştılar. Beni Muttalip ve beni Haşim’i Müslümanlar ile birlikte Ebu Talib yurduna (mahallesine) kapattı (ambargo uyguladı)lar. Ebu Talib yurdu Mekke’nin kıyısında idi. Kureyşliler, Beni Haşim ve Beni Muttalib ile iki veya üç yıl süren bu ilişkilerinde devam ettiler. Hatta çok şiddetli zorluklar verdiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak rahmetiyle Kureyş’in yazdığı anlaşma sayfasına (metnine) bir Ağaç kurdu (güve) gönderdi. O da bismillah dışında kalan bütün sahifedeki yazıları yedi. Geriye zulüm, acı ve iftira kaldı. Allah bunu Resulüne bildirdi: Resulüllah, (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Ebu Talib'e söyledi. Ebu Talib de bununla kavmine galip geldi. Hişam İbni Amr İbni Rabi’a, İbni İshak'ın Megâzî’de zikrettiği bir zümre de, sahifedeki yazının zayi olmasıyla o ambargoyu bozdu. Bundan dolayı Müminlerin Emiri Ömer İbni Hattab, (Radıyallahu anh), atiyyenin geri kalanında Beni Haşim ile Beni Muttalip arasını birleştirdi. Ve onları Benî Abd’iş-Şems ve Benî Nevfel’den öne çıkardı. Hâlbuki başlangıçta Nevfel’den de önce Beni Abd’iş-Şems vardı. Çünkü Haşim, Muttalib ve Abd’iş-Şems anne ve babaları bir kardeştirler. Ve anneleri Atike binti Mürre idi. Nevfel, babadan kardeşleriydi. Annesi ise Vakıde binti Hermel idi. ve Abdi Menaf, Abd’ul-Uzza ve Abd'ud-Dar, Kusay oğullarıdır ve kardeştirler. Başlangıçta Beni Abdi Menaf'tan sonra Beni Abd’ul-Uzza gelir. Çünkü o, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in sevgili eşi Hz. Hatice(Radıyallahu anha)’nın kabilesin idi. O, Huveylid bin Esed bin Abd’ul-Uzza'nın kızıdır ve peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onlar için şöyle buyurdu: Onlar, faziletlilerdendir.”
36- Sahabeye sövene:
عن ابن عمر قال صلى الله عليه وسلم : لعن الله من سب أصحابي . أخرجه السيوطي في الجامع الصغير.
İbni Ömer (Radıyallahu anh)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Ashabıma sövene Allah lanet etsin”
37- Kadına arkadan yaklaşan:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ”: مَلْعُونٌ مَنْ أَتَى امْرَأَتَهُ فِى دُبُرِهَا “.
Ebu Hüreyre (Radıyallahu Anh)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Karısına arkasından cima eden kimse mel’undur.”
Hadis-i şerifte olduğu gibi bazı fiilleri işleyen kişilere ağır lanetler yağdırıp şiddetli tehditlerde bulunulması o fiilin haram olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan haleften ve seleften bütün fıkıh ve hadis uleması kadınlarla arkadan cima' etmenin haram olduğu ve bu haramı irtikâp eden kimselerin Allah'ın rahmetinden uzak kalacak­ları hükmüne varmışlardır.
Esasen Allah'ın helal kıldığı yerden başka herhangi bir cima' helal değildir. Allah Teâlâ hazretleri fercden başka cimayı helal kılınan bir yer yaratmamıştır. Nitekim “Kadınlara Allah’ın emrettiği yerden cima' edin."[Bakara, 222.] ayet-i kerimesiyle “Kadınlara Allah’ın size emrettiği yerden İstediğiniz şekilde yaklaşın.” [Bakara, 223.] “yet-i kerimeleri de bunu açıkça ifade ederler.
İmam Şafiî, amcası Muhammed b. Şafiî’den şu manaya gelen bir hadis rivayet ettikten sonra bu hadisin bütün ravilerinin güvenilir kimseler olduğunu söyler: “Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e bir adam gelerek kadınlarla arkadan cima' etmenin hükmünü sordu da Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); “helaldir” cevabını verdi. Bunun üzerine adam dönüp giderken onu çağırıp “Sen nasıl söylemiştin (arkadan kadının) hangi deliğine yaklaşmıştın, arka deliğine mi, ön deliğine mi? Eğer arkasından yaklaşarak dübürüne ilişmeksizin ön tarafından cima etmişsen evet, fakat eğer arkasından dübürüyle cima etmişsen hayır. Allah Teâlâ hakkı açıklamaktan dolayı utanmaz. Kadınlarla dübüründen cima etmeyiniz.” buyurdu.
38- Bir mümine zarar veren veya hile yapan:
عَنْ أَبِى بَكْرٍ الصِّدِّيقِ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- ” مَلْعُونٌ مَنْ ضَارَّ مُؤْمِنًا أَوْ مَكَرَ بِهِ “.
Ebu Bekir es Sıddık (Radıyallahu anh)’den rivayete göre, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Bir mümine zarar veren veya hile yapan lanetlenmiştir, yani Allah’ın rahmetinden uzaklaşmıştır.”
39- Dünya ve içindekiler:
عن أَبَي هُرَيْرَةَ يَقُولُ سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- يَقُولُ ” أَلاَ إِنَّ الدُّنْيَا مَلْعُونَةٌ مَلْعُونٌ مَا فِيهَا إِلاَّ ذِكْرَ اللَّهِ وَمَا وَالاَهُ وَعَالِمًا أَوْ مُتَعَلِّمًا “.
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivayete göre, şöyle demiştir: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Dikkat ediniz! Dünya ve içindekiler tümüyle melundur. Yani Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmışlardır. Ancak Allah’ı anmak ve Allah’ın rızasını kazanmaya götüren şeylerle; Âlim olup, ilim öğrenip ve ilim öğreten başka...”
Mel’ûn: Lanetlenmiş, yani Allah'ın rahmetinden uzak olan şey demektir. Burada Allah katında makbul olmayan, O’nun iltifat ve sevgisinden uzak olan, şey demektir.
Dünyadan maksat da insanı, Allah’ı anmaktan alıkoyan, Allah’tan uzaklaştıran şeylerdir. Dünyanın aldatıcı şeyleri, kulu yaratıcısından uzaklaştırdığı için Allah katında makbul ve sevimli sayılmamıştır.
Tuhfe yazarının beyanına göre el-Kari, el-Mirkat’ta: Bana öyle geliyor ki hadisten şu mana kastedilmiştir: Dünyada Allah’ı anmak, din âlimi ve dini ilimleri öğrenmeye çalışanlardan başka ne varsa hiç biri övgüye layık değildir, bilakis aldatıcı olması hasebiyle yerilmiştir, der.
El-Münavi’de: “Dünya melundur” cümlesi şöyle yorumlanır: Dünyanın aldatıcı şeyleri peygamber ve ermiş kullar tarafından terkedilmiştir, diyor.
Hadisin; “Allah’ın rızasını kazanmaya götüren şeylerle” cümlesi iki şekilde manalandırılabilir: Birincisi “Allah'ın sevdiği iyi işler”, ikincisi “Allah’ı anmaya yakın, uygun şeyler”. Tercümede bu duruma işaret edilmiştir.
Hülasa: Dünya hayatında Allah’ı anmak, O’na kulluk ve ibadet etmek, buna uygun söz, fiil, durum ve davranışlar ile dini ilimlerle meşguliyetler dışında kalan ve insanı Allah'tan uzaklaştıran dünya cilveleri ve aldatıcı şeyler Allah nazarında makbul ve sevimli olmayıp bilâkis, menfurdur.
40- İhtikâr eden
عَنْ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- « الْجَالِبُ مَرْزُوقٌ وَالْمُحْتَكِرُ مَلْعُونٌ ».
Ömer bin el-Hattab (Radıyallahuanh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu, demiştir:
“(Stokçuluk etmeyip malını) satışa arz eden rızıklanır, ihtikâr eden ise lanetlenir! (Allah'ın rahmetinden uzak) dır.”
Konumuzu teşkil eden Ömer (Radıyallahu anh)’ın hadisini Hâkim de rivayet etmiştir.
Bu hadiste geçen Cali: Çeşitli malları getirip satışa arzeden kimsedir. Hadis, böyle yapan kimsenin kârlı olduğunu bildirir. Muhtemelen bununla ilgili cümle dua mahiyetindedir. Yani “Malını satışa arz eden kimseyi Allah rızıklandırıp kazançlı eylesin.”
Hadisin ikinci cümlesinde ise ihtikâr eden kimsenin melun oldu­ğu bildirilmiştir. Melun: Allah'ın rahmet ve rızasından uzak olan demektir. Bu cümle de beddua mahiyetinde olabilir. Yani “İhtikâr eden kimseye Allah lanet eylesin.”
İbni Mace’nin tahriç ettiği Ma'mer (Radıyallahu anh)’in hadisini Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi de rivayet etmişlerdir. Bu hadisin manası şudur; İhtikâr, günah işlemeyi alışkanlık haline getiren asi kişinin işidir, başkası bu kötü ve çirkin fiili işlemeye cesaret edemez.
Bu hadis ihtikâr'ın çok ağır bir vebal olduğuna delâlet eder.
Tuhfe yazarı ihtikâr hadisinin şerhinde şu bilgiyi verir:
"El-Hâfız: Şer-i Şerifte ihtikâr: İhtiyaç fazlası gıda maddesini, halkın ihtiyacı bulunduğu halde stok edip satmamak ve piyasada darlığın ve kıtlığın baş göstermesini beklemektir. Said bin el-Müseyyeb’in ihtikâr’ı böyle yorumladığı rivayet olunmuş.
İmam Ahmed'e göre, ihtikâr yalnız zahire nev’inden olan gıda maddelerine mahsustur. Diğer maddelerde ihtikâr yoktur, diye bilgi vermiştir.
İmam Mâlik bu hadisin umumiliğini delil göstererek: Gerek gıda maddelerinde ve gerekse halkın ihtiyaç duyduğu diğer maddelerde ihtikâr haramdır, demiştir.
Şevkani de en-Neyl’de: İhtikâr hakkında gelen hadislerin zahirine göre her maddede ihtikâr haramdır. Gıda maddeleri, hayvanların yemleri ve diğer maddeler arasında bu hükümde bir fark yoktur. Bazı hadislerde yiyecek maddeleri kaydı var ise de diğer bazı hadislerde bu kayıt yoktur. Mutlak olan, yani yiyecek madde­leri kaydı bulunmayan hadisleri, yiyecek maddelerine tahsis etmek doğru değildir, demiştir.
Nevevî de: Ma’mer’in bu hadisi ihtikâr’ın haram olduğunu açıkça bildirmektedir. Bizim arkadaşlarımız: Haram olan ihtikâr yalnız zahire maddelerindeki ihtikârdır, demişlerdir. Bu nevi ihtikâr şöyle olur: Adam kıtlık zamanında ticaret için yiyecek malını alır ve derhal satmaz da fiyatı yükselsin diye stok yapar, işte haram olan ihtikâr budur. Şayet zahire maddeleri kendi mahsulü olsa veya bolluk zamanında alıp saklasa veya kıtlık zamanında kendi ihtiyacı için satın alsa, ya da kıtlık zamanında alıp, vaktinde satsa bu hallerde ihtikâr söz konusu değildir ye bu iş haram sayılmaz. Zahire maddelerinden başkasında ihtikâr olmaz. Bizim mezhebimizin görüşü budur.
İhtikârın haram kılınmasının sebebi, toplumun zarara uğramasının önlenmesidir. Nitekim bir adamın yanında ihtiyaç fazlası gıda maddesi bulunup halkın ihtiyacı da varsa ve halk başka yerden bu ihtiyacı gideremezse, zaruri ihtiyaç karşısında adam icbar edilmek sureti ile gıda maddeleri sattırılır. Yani insanların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için adam malını satmaya icbar edilir. Bu hüküm hakkında âlimlerin icmâı vardır, demiştir.
Avnü’l-Mabûd yazarı da: İhtikâr konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Mâlik ve Sevrî’ye göre ihtikâr gıda maddelerine mahsus değildir. Her çeşit malda ihtikâr yasaktır. Mâlik: Her hangi bir malı stok edip saklamak piyasaya zarar verip o malın pahalanmasına sebebiyet verirse bu hareket ihtikâra girer. Ancak meyvelerde ihtikâr durumu yoktur, demiştir, diye bilgi verir.
41- Belirli kişiler (muayyen şahıslar):
عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ زِيَادٍ، قَالَ: لَمَّا بَايَعَ مُعَاوِيَةُ لِابْنِهِ يَزِيدَ، قَالَ مَرْوَانُ: سُنَّةُ أَبِي بَكْرٍ، وَعُمَرَ، فَقَالَ عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ أَبِي بَكْرٍ: سُنَّةُ هِرَقْلَ، وَقَيْصَرَ، فَقَالَ: أَنْزَلَ اللَّهُ فِيكَ: {وَالَّذِي قَالَ لِوَالِدَيْهِ أُفٍّ لَكُمَا} [الأحقاف: 17] الْآيَةَ، قَالَ: فَبَلَغَ عَائِشَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا، فَقَالَتْ: كَذَبَ وَاللَّهِ مَا هُوَ بِهِ، وَلَكِنْ «رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‌لَعَنَ ‌أَبَا ‌مَرْوَانَ ‌وَمَرْوَانُ ‌فِي ‌صُلْبِهِ» فَمَرْوَانُ قَصَصٌ مِنْ لَعْنَةِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ رواه الحاكم في مستدركه وقال هذا حديث صحيح على شرط الشيخين، ولم يخرجاه.‏
El-Hakem ve oğlu Mervan gibi -Muhammed bin Ziyad’ın rivayetine göre şöyle dedi:
Muaviye, oğlu Yezid’e biat ettiğinde Mervan şöyle dedi: Ebu Bekir ve Ömer’in Sünneti. Abdurahman bin Ebî Bekir: Herakl ve Kayzer’in Sünneti dedi. Mervan dedi ki: Allah: {Ana ve babasına: “Öf size! Siz bana öldükten sonra tekrar dirilip kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Oysa benden önce nice nesiller gelip geçmiştir.” diyen kimseye ana ve babası Allah’a sığınarak “Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah’ın vaadi gerçektir.” dediklerinde o: “Bu Kur’an öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” diyordu.} ayetini senin hakkında indirdi.
Hadise Hz. Aişe (Radıyallahu anha)’ya intikal edince şöyle dedi: Vallahi (Mervan) ne söylemişse hepsi yalan. Ama Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Mervan’a ve babasına lanet etmişti ve Mervan onun sulbünde idi. bu yüzden Mervan Allah’ın lanetinden nasibine düşeni aldı.
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ الزُّبَيْرِ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا: أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‌لَعَنَ ‌الْحَكَمَ ‌وَوَلَدَهُ. رواه الحاكم في مستدركه هذا الحديث صحيح الإسناد، ولم يخرجاه.
Abdullah İbni Zübeyr (Radıyallahu anhüma)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hakem ve oğluna lanet etti.
42- Mazluma yardım etmeyene:
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ صلى الله عليه وسلم : «‌لَعَنَ ‌اللَّهُ ‌مَنْ ‌رَأَى ‌مَظْلُومًا ، ‌فَلَمْ ‌يَنْصُرْهُ»
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Kim bir mazlum görür de ona yardım etmezse Allah ona lanet etsin.”
43- Kaderi ve kazayı inkâr edene:
عَنِ بْنِ عُمَرَ أَنَّ رَسُولُ اللّهِ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: لَعَنَ ‌الْقَدَرِيَّةَ
İbni Ömer (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resul-i Ekrem, (Sallallahu Aleyhi ve Sellem); kaderiyeye lanet etti.
Kader: Allah Teâlâ hazretlerinin ezelden ebede kadar olacak şeylerin, zaman ve mekânını vasıflarını, özelliklerini, kısaca ne şekil ve ne zaman olacaklarsa, onların hepsini ezelde, daha onlar meydanda yokken bilip, o şekilde takdir etmesine denir. Bu takdir, Allah'ın İlim sıfatıyla ilgilidir.
Kaderle ilgili diğer bir terim de kazadır. Kaza, Cenab-ı Allah'ın ezelde irade ve takdir buyurmuş olduğu şeylerin, zamanı gelince, her birini ezeldeki ilim, irade ve takdirine uygun olarak yaratmasıdır. Bu da Allah'ın Tekvin (yaratma) sıfatı ile ilgilidir.
Kısaca, herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini Allah'ın dilemiş olmasına kader, bu dilemiş olduğu şeyi zamanı gelince meydana getirmesine de kaza denir.
Bu tarifler Maturidilere göredir. Eşariler, Maturidilere nisbetle, kadere kaza, kazaya da kader manası verirler.
Kaderiyye (kaderi inkâr edenler) olmuş-olacak bütün hadise ve eşyanın ezelî olan ilm-i ilahide mevcud olup, yazılı bulunduğunu kabul etmeyenler, kullara ait fiillerin Allah'ın yaratmasıyla değil, kulun icadıyla meydana geldiğini kabul edenlerdir. Çoğu zaman Mu'tezile ile birleşirler. Fakat Kaderiyye Mutezileden önce zuhur etmiştir.
Netice itibariyle irade ve ihtiyar hürriyetine kail olanlar zıddından türetilmiş isim kabilinden "Kaderiyye" adıyla tanınırlar. Bunların “Kaderiyye” diye isimlendirilmesinin sebebi, ilahi kaderi inkâr etmeleridir. Bu şu manaya gelir: Onlar, kulun Allah Teâlâ'nın dahli olmaksızın başlı başına ve müstakıllen fiil yaratacak bir kudrete sahip olduğunu kabul ederler.
Her ne kadar “Kaderiyye” bu ismin kendilerine ait olamayacağını iddia etmişlerse de, ümmet arasında bu isim onlara layık görülmüş ve onlara verilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in başka bir hadiste Kaderiyyeyi Mecusilere benzetmesi de bu ismin gerçek sahibinin onlar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Şöyle ki mecusiler (ateşperestler) birisi nur, diğeri zulmet olmak üzere iki yaratıcı bulunduğuna hayırları nurun, şerleri de zulmetin yarattığına inanırlar. Hayrı Allah'ın şerri de kulların yarattığına inanmaları sebebiyle bu ümmet içerisinde Hz. Peygamberin teşbihine uygun düşenler, "Kaderiyye"diye anılan mezhep mensuplarıdır. Kendilerinin bunun aksini iddia etmeleri gerçeği değiştirmez.
44- Yola kaza-i hacet edene:
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ « اتَّقُوا اللَّعَّانَيْنِ ». قَالُوا وَمَا اللَّعَّانَانِ يَا رَسُولَ اللَّهِ قَالَ « الَّذِى يَتَخَلَّى فِى طَرِيقِ النَّاسِ أَوْ فِى ظِلِّهِمْ ».
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Çok lanet ettiren iki şeyden sakının.” buyurmuş. Ashab:
“Bu çok lanet ettiren iki şey nedir Ya Resulallah?” demişler Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “İnsanların yoluna veya gölgeliklerine kaza-i hacet edendir.” buyurmuşlar.
Bu hadisteki اللَّعَّانَيْنِ kelimesi Ebu Davud’un rivayetinde اللَّاعِنَيْن şeklinde zapt edilmiştir. Ve her iki rivayette doğrudur. Bu kelimenin manası her iki rivayete görede lanet edenler demektir. Ancak burada murat lanete sebep olanlardır. Hattabî diyor ki: “Buradaki lanet edenlerden murat lanete sebep olan iki şeydir. Bunlar insanların lanet etmesine sebep olurlar. Çünkü bu iki şeyi yapana sövmek ve lanet etmek insanların âdetidir. Bunlar lanete sebep oldukları için lanet kendilerine izafe edilmiştir. Mamafih ‘lâin’ kelimesinden melun manası kastedil­miş de olabilir. ‘Melâin’ lanet yerleridir.”
Hattabî’nin şu izahına göre hadisin manası “failleri melun olan iki şeyden kaçının” demek olur. Ancak Hattabî’nin izahı Ebu Davut’un rivayetine göredir. Müslim’in buradaki rivayetine göre mana şudur: “iki lanet sahibinin fiilinden kaçının çünkü bunlar âdete nazaran insanların lanet ettikleri kimselerdir.” Biri ammenin yolu üzerine diğeri de ağaçlarının gölgesine kaza-i hacet eder.”
Buradaki gölgeden murat alelıtlak her ağacın gölgesi değil, altında oturmak için tahsis edilen ağaçların gölgesidir. Zira Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kaza-i hacet için bir hurma kümesinin altı­na oturmuştur. Şüphesiz ki; onunda gölgesi vardı. Her ağacın altında kaza-i hacet haram olsa Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu yapmazdı.
İnsanların geçtiği yollarla gölgelik için tahsis ettikleri ağaçların altına kaza-i hacet etmenin memnu olması tabii ki pisliğin bulaşması ve kokmasındandır.
45- Fitne ile meşgul olana:
عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - «‌الْفِتْنَةُ ‌نَائِمَةٌ ‌لَعَنَ ‌اللَّهُ ‌مَنْ ‌أَيْقَظَهَا»
Enes (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular: “Fitne uyuyor, Allah onu uyandıran kişiye lanet etsin.”
46- Yüzünün kıllarını alan veya aldıran:
عَن عَائِشَة قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ : ‌لَعَنَ ‌الله ‌الْقَاشِرَةَ ‌وَالْمَقْشُورَةَ
Hz. Ayşe, (Radıyallahu anha)’dan: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular: “Allah,Yüzünün kıllarını alana veya aldırana lanet etsin”
Kaşire: yüzünün kıllarını ilaçla alan veya başkasının yüzünün kıllarını ilaçla alarak rengini berraklaştıran,
Makşure: sanki derinin üstünde soyuluyormuş gibi yapılır.
Zemahşerî dedi ki: Kabuk, cildin üst kısmı ezilene ve rengi açılıncaya kadar yüzüne kırmızıyla muamele etmektir ve bu, Allah’ın yaratmasında bir değişiklik olduğu için haramdır.
47- Mürcie:
عَنْ مُعَاذ” قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: إِنَّ اللهَ عَزَّ وَجَلَّ لَمْ يَبْعَثْ نَبيًّا قَبْلِي إلا كَانَ فِي أُمَّتِهِ مِن بَعْدِه مُرْجِئةٌ وَقَدَرِيَّةٌ يُشَوِّشُونَ عَلَيهِ أمْرَ أُمَّته مِن بَعْده؛ ألا إِنَّ الله عَزَّ وَجَلَّ قَدْ ‌لَعَنَ ‌الْمُرْجِئَةَ ‌والْقَدَريَّةَ ‌عَلَى ‌لِسانِ ‌سَبْعِينَ ‌نبيًّا، ألا وَإنَّ أُمَّتِي هَذِه لأُمَّةٌ مرحومة لَا عَذاب عَلَيها فِي الآخِرَةِ، وإنَّما عَذابُهَا في الدُّنْيَا؛ إِلا صِنْفَينِ مِنْ أُمَّتِي لا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ: الْمُرجِئَةُ والْقَدَرِيَّةُ
Muaz b. Cebel (Radıyallahu anh)’dan rivayete göre; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular: Allah benden önce hiçbir peygamber göndermedi ki; onun ümmetinde kaderiye ve mürciye olmasın. Ondan sonra ümmetinin işlerinde kafalarını karıştırıyorlar. Dikkat edin! Allah Kaderiyye ve Mürcie'ye yetmiş peygamberin diliyle lanet etmiştir. Dikkat edin! Şu benim ümmetim merhamet edilmiş ümmettir. Ahirette onlara azap yoktur zira onların azabı dünyadadır. Ancak ümmetimden iki sınıf müstesna, Kaderiye ve mürciye cennete giremeyecek.
Yukarıda kaderiyeyi izah ettiğimiz için burada sadece mürcieyi ele alacağız.
Mezhepler tarihinde açıklandığı üzere “mürcie” Ebu’s Salti’s-Sâm isimli şahsa tabi olan kimselerdir. Bu mezhebi Ebu's-Salt tesis etmiş. Hasan b. Bilal isimli şahıs da Basra havalisinde neşre çalışmıştır.
Mürcie Fırkası: Mürce-i havaric, mürce-i şia, mürcie-i cebriyye, mürcie-i halisa namıyla dört şubeye ayrılır.
Mürcie-i halisa: Yunus, isimli şahsa ittiba eden kimselerdir ki bunlara Yunusiyye denir. Bunların itikadınca iman ancak marifetullah ile zat-ı bâriye hudu ve kalben muhabbetten ve cenab-ı hakka karşı istikbarı terketmekten ibarettir. Kendisinde bu hasletleri toplayan kimse mümin-i kâmildir. Velev ki masiyetleri irtikabde bulunsun.[Ömer Nasuhi Bilmen Muvazzah İlm-i Kelâm, .s. 32-33.]
Mürcie-i [Cebriye] fırkası, insanın kesbini, iradesini inkâr ederek, (İnsan istese de, istemese de her hareketini, her işini Allah yaratır. İnsanın her işi, ağaç yapraklarının rüzgârdan sallanması gibidir. Her şeyi Allah zorla yaptırıyor) dediler.
Mürcie-i [Cebriye] fırkası, (Kâfirler mazurdur; çünkü işleri yapan Allah’tır. Bunlar mecburdur) diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Çünkü kulun iradesi geçerlidir. Yani kul murat eder Allah yaratır.
Günümüzde cebriye fırkası azsa da, aklına güvenen mutezile bozuntuları çoktur.
48- Allah’ın kitabına hakaret eden:
عن عُمَرَ بْنَ عَبْدِ الْعَزِيزِ قَالَ: مَرَّ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِكِتَابٍ في أرض، فقال لشاب من أهل هُذَيْلٍ: ” مَا هَذَا “: قَالَ: مِنْ كِتَابِ اللَّهِ كَتَبَهُ يَهُودِيٌّ، فَقَالَ :” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ فَعَلَ هَذَا لَا تَضَعُوا كِتَابَ اللَّهِ إِلَّا مَوْضِعَهُ. “
Ömer b. Abdulaziz’den şöyle dedi: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolda geçerken yerde bir yazı görür. Huzeyl oğullarından bir gence: “Bu ne?” diye sorar. Genç: Allah’ın Kitabı’ndan bir bölüm, Onu bir yahudi yazdı, der. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bunu yapana Allah lanet eylesin. Alla’ın Kitabı’nı korunması gereken yerden başka yere koymayın,” buyurur.
49- Malından ötürü zengine tevazu gösteren fakire:
عن أبي ذر " عَنَ ‌اللهُ -‌عَزَّ ‌وَجَل- ‌فَقِيرًا ‌تَوَاضَعَ ‌لِغَنِيٍّ ‌مِنْ ‌أجْلِ ‌مَالِه، مَنْ فَعَلَ ذَلِكَ مِنْهُمْ فَعدْ ذَهَبَ ثُلُثَا دِينه ".
Ebu Zerr (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Malından ötürü zengine hürmet edene Allah lanet etsin. Böyle yapanın dininin üçte biri gider” buyurmuştur.

50- Hutbeleri süleyenler:
عَن مُعَاوِيَة " لعن رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ الَّذِينَ يُشَقِّقُونَ الخُطَبَ تَشْقِيقَ الشِّعرِ"
Muaviye (Radıyallahu anh)’den rivayete göre; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Şiir süslercesine hutbeleri süsleyene lanet etti.
Süslü hutbeler, Yani hutbelerin sözlerinde (yani hitabet esnasında) dilini sağa ve sola çevirirler. Ve netleştirmeyi sağlamak için yapmacık ifadelerle fesih konuşmaya ağırlık verirler. Başkalarına üstünlük taslayarak ucup ve kibir içinde; söylerler.
51- Yalancı Şahid:
عَنِ ابْنِ عُمَرَ قَالَ" ‌لَعَنَ ‌رَسُولُ ‌اللهِ - ‌صَلَّى ‌اللهُ ‌عَلَيْهِ ‌وَسَلَّمَ - ‌شَاهِدَ ‌الزُّورِ ‌وَهُوَ ‌يَعْلَمُ ".
İbni Ömer (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) doğruyu bildiği halde yalan yere şahitlik edene lanet etti.
52- Kulları zorlayana:
عَنِ النَّجِيبِ بْنِ السّري” ‌لَعَنَ ‌اللهُ -‌عَزَّ ‌وَجَلَّ- ‌مَنْ ‌قَامَتْ ‌لَهُ ‌الْعَبِيدُ ‌صُفُوفًا. “
Necib b. es-Sırrî den “Kulları kendisi için saf saf dizene Allah lanet etsin”
53- Hayvanlara fazla yük yükleyene:
عَنْ زَاذَانَ، قَالَ: ‌رَأَى ‌عَلِيٌّ ‌ثَلَاثَةً ‌عَلَى ‌بَغْلٍ ‌فَقَالَ: ‌لِيَنْزِلْ ‌أَحَدُكُمْ فَإِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَعَنَ الثَّالِثَ.
Zâzân’dan, şöyle dedi: Hz. Ali (Radıyallahu anh) bir katıra üç kişi bindiğini gördü “Biriniz insin çünkü Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) üçüncüyü lanetledi.” Buyurdu.

54- Bedevi yaşamı benimsemek:
وَعَنْ جَابِرِ بْنِ سَمُرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -: َعَنَ اللَّهُ مَنْ بَدَا بَعْدَ الْهِجْرَةِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ بَدَا بَعْدَ الْهِجْرَةِ، ‌لَعَنَ ‌اللَّهُ ‌مَنْ ‌بَدَا ‌بَعْدَ ‌الْهِجْرَةِ، ‌إِلَّا فِي فِتْنَةٍ فَإِنَّ الْبُدُوَّ خَيْرٌ مِنَ الْمُقَامِ فِي الْفِتْنَةِ.
Cabir İbni Semure (Radıyallahu Anh)’den rivayete göre: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Hicretten sonra bedevi yaşama Allah lanet etsin. Fitne zamanı dışında hicretten sonra bedevi yaşama Allah lanet etsin. Ancak fitne dönemi hariç, zira fitne döneminde bedevi hayat yerleşik hayattan daha hayırlıdır.”
55- Ve çeşitli konular:
عَنِ بْنِ صَالِحٍ "‌لَعَنَ ‌اللهُ ‌والملائِكة ‌رجُلًا ‌تأَنَّثَ، ‌وامْرأةً ‌تَذَكَّرتْ، ‌ورَجُلًا ‌تَحَصَّر ‌بعْدَ ‌يَحْيَى ‌بْنِ ‌زَكَرِيَّا، ورَجُلًا قَعَدَ عَلَى الطَّرِيق يَسْتهزئُ مِنْ أَعْمَى، وَرَجُلًا شَبَعَ منَ الطَّعَام فِي يَومِ مَسْغَبَةٍ ".
Muaviye İbni Salih (Radıyallahu Anh)’den rivayete göre: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Kadınlaşan erkeğe, erkekleşen kadına, Yahya b. Zekeriyya'dan sonra hasredilen adama, yolun üzerine oturup kör adamla alay eden, açlık gününde yemekle karnını doyurana Allah ve melekleri lanet etsin.”
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ :” لَعَنَ اللَّهُ سَبْعَةً مِنْ خَلْقِهِ مِنْ فَوْقِ سَبْعِ سَمَوَاتِهِ، وَرَدَّدَ اللَّعْنَةَ عَلَى وَاحِدٍ مِنْهُمْ ثَلَاثًا، وَلَعَنَ كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمْ لَعْنَةً تَكْفِيهِ، فَقَالَ: مَلْعُونٌ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ، مَلْعُونٌ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ، مَلْعُونٌ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ، مَلْعُونٌ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ، مَلْعُونٌ مَنْ أَتَى شَيْئًا مِنَ الْبَهَائِمِ، مَلْعُونٌ مَنْ عَقَّ وَالِدَيْهِ، مَلْعُونٌ مَنْ جَمَعَ بَيْنَ الْمَرْأَةِ وَبَيْنَ ابْنَتِهَا، مَلْعُونٌ مَنْ غَيَّرَ حُدُودَ الْأَرْضِ، مَلْعُونٌ مَنِ ادَّعَى إِلَى غَيْرِ مَوَالِيهِ“
ورواه الحاكم6592 ، الهندي في كنزه. و الطبراني في "المعجم الأوسط" (8497). قال الهيثمي في "مجمع الزوائد" (6/ 272)
Ebu Hüreyre (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: Allah yedi kat semanın üstünden mahlûkatından yedisine lanet etmiştir ki, birini üç kere tekrarlamıştır. Her birine yeterli olan bir lanetle lanetlemiştir. Lut kavminin işini yapan lanetlenmiştir. Lut kavminin işini yapan lanetlenmiştir. Lut kavminin işini yapan lanetlenmiştir. Allahtan başkasının adına kesen lanetlenmiştir. Hayvanlardan bir şeye gelen lanetlenmiştir. Anne ve babasına asi olan lanetlenmiştir. Anne ve kızını bir nikâhta toplayan lanetlenmiştir. Allah’ın yeryüzündeki hududunu değiştiren lanetlenmiştir. Sahibinden başkasına ait olduğunu iddia eden köle lanetlenmiştir.
عن ابن عباس قال: لَعَنَ اللَّهُ الْوَاشِمَاتِ وَالْمُسْتَوْشِمَاتِ وَالنَّامِصَاتِ وَالْمُتَنَمِّصَاتِ والواصلة والمستوصلة، والنامصة والمتنمصة، والعاضهة والمستعضهة (العاضهة والمستعضهة: قيل: هي الساحرة والمستسحرة، وسمي السحر عضها لأنه كذب وتخييل لا حقيقة له.
İbni Abbas (Radıyallahu anh)’den rivayet edildiğine göre; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dövme yapana ve yaptırana, yüzünün kıllarını yolana ve yodurana, saç ekleyen ve ekletene, kaş alana ve aldırana ve sihir yapana ve yaptırana lanet etmiştir.
(el-âdiha ve el-müsta'dihe: Dendi ki: O sihir yapan ve sihir taptırandır. Sihire âdha ismi verildi çünkü bu yalan ve hayaldir gerçekliğe sahip değildir).
وعن أبي الطفيل عن علي بن أبي طالب رضي الله تعالى عنه أن النبي صلى الله عليه وسلم قال لعن الله سهيلا ثلاث مرار فإنه كان يعشر الناس في الأرض فمسخه الله نجماً ‏.رواه الطبراني في معجمه وروى الطبراني أن الرسول لعن الزهرة لأنها ممسوخة من الإمرأة التي فتنت هاروت وماروت .
Ebu Tufeyl ve Ali b. Ebu Talib (Radıyallahu anh)’den rivayete göre: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
Allah Suheyl'i lanetledi (üç kez), çünkü o dünyadaki insanların öşür (vergi) memuru idi. Allah onu bir yıldıza dönüştürdü.
Taberani’nin başka bir rivayetinde ise, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Zühre’ye lanet etti, o Hârut ve Mârut'u fitneye düşüren kadın idi, dönüştürüldü.
عن أبي هريرة وعن بريدة قال: رسول اللّه صلى اللّه عليه وسلم: لعن اللّه النردشير (النرد) – ويوجد بعض الأحاديث الضعيفة تلعن الشطرنج رغم أن اللعبة حديثة ولم تكن زمن الرسول صلى الله عليه وسلم ولعبها كثير من التابعين وأبناء الصحابة - : من لعب بها فكأنما غمس يده في دم خنزير رواه العقيلي وابن حبان والزيلعي وضعفه معظم العلماء .
Resul-i Ekrem, (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: Allah zarları (zar oyunlarını) lanetledi – Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında olmamasına ve sonradan icat edilmesine rağmen satrancı lanetleyen bazı zayıf hadisler var, tabiinler ve sahabelerin çocukları bunu oynamış –: Onunla oynayan her kimse elini domuz kanına batırmış gibidir.
وعن ابن عمر” الإمام الضعيف ملعون“ رواه الطبراني والسيوطي و الضعيف عن إقامة الأحكام الشرعية، عليه التخلي عن الإمامة. والحديث ضعيف .
İbni Ömer Radıyallahu anh)'in rivayetine göre, "Zayıf imam (idareci) lanetlenmiştir.
Hukuki kararlar vermekte zayıf olan kişi, imamlığı terk etmelidir. (vazifeyi bırakmalıdır) Hadis zayıftır.
وعن عبدالله بن أوفى” الناجش ملعون“ رواه وضعفه الطبراني والسيوطي والهيثمي والمناوي وفي رواية للعجلوني في كشف الخفاء”ملعون من زاد ولم يشتر“.
Abdullah İbni Evfa’dan: “Müşteri aldatmak için fiyat arttıran melundur.”
Aclani keşfü’ül-Hafâ’daki rivayetinde ise “Fiyat arttırıp satın almayan melundur.”
و عن عبد العزيز بن أبي رواد قال: رأيت النبي صلى الله عليه وسلم في النوم فقلت: يا رسول الله أوصني، فقال:” من استوى يوما فهو مغبون ومن كان يومه شرا من أمسه فهو ملعون“.رواه البيهقي في الزهد والعراقي في الأحياء.‏.”ملعون من حلف بالطلاق أو حلف به. “ رواه العجلوني في كشفه.
Abdulaziz İbni Revad’dan: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'i rüyada gördüm, dedim ki: Ey Allah'ın Resulü, bana tavsiye ver. Buyurdu ki: “İki günü eşit olan aldanmıştır ve bu günü dününden daha kötü olan kimse de lanetlenmiştir.”
El-Irakî’nin el-Ehya’daki rivayeti: “Boşanmaya yemin eden ya da ona yemin edilen kişi melundur.”
وعن أبي هريرة”ملعون ذو الوجهين أو ذو اللسانين“.رواه الديلمي والعجلوني في كشف الخفاء .
Ebu Hüreyre (Radıyallahu Anh)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu: “İkiyüzlü veya iki dilli melundur”
عَنْ أَبِي مُوسَى الْأَشْعَرِيِّ أَنَّهُ سَمِعَ رَسُولَ اللَّهِ ـ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ـ يَقُولُ:”مَلْعُونٌ مَنْ سَأَلَ بِوَجْهِ اللَّهِ ، وَمَلْعُونٌ مَنْ سُئِلَ بِوَجْهِ اللَّهِ مَنَعَ سَائِلَهُ هُجْرًا“ - يعني قبيحا- رواه الطبراني في " المعجم الكبير " (22/377 ( والعجلوني والديلمي
Ebu Musa el-Eş’ari (Radıyallahu Anh)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu: “Allahın zatı için isteyen (dilenen) melundur. Allah için istendiğinde onu hoş görmeyip men eden de melundur.”
وعن جابر لأبي داوود وعن مالك بن أحمر قال: سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول مَلْعُونٌ كُلُّ صَقَّارٍ ، قِيلَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ ، وَمَا الصَّقَّارُ ؟ قَالَ: نَشْءٌ يَكُونُونَ فِي آخِرِ الزَّمَنِ تَحِيَّتُهُمْ بَيْنَهُمْ إِذَا تَلَاقَوُا التَّلَا عُنُ. و في رواية الذي يدخل على أهله الرجال. رواه الهندي في كنزه والخرائطي
Malik İbni Ehmer (Radıyallahu Anh)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den işittim, şöyle buyurdu: Her sakkar melundur.
Sukkar nedir ya Resulallah denildi.
Buyurdu ki: Ahir zamanda ortaya çıkacaktır, aralarındaki selamları lanet olur. Buyurdu. Bir rivayete de ehlinin (ailesinin) yanına başka erkekler girendir.
عَنْ عَبْدِ الله بْنِ بِسْرٍ قَالَ رَسُولُ الله صَلَّى الله عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَوْمَ خَيْبَرٍ: الْقَوْسُ الْفَارِسِيَّةِ مَلعونَةٌ مَلعونٌ مَنْ يَحملُها، عَليكُم بالقَنا والْقسِيِّ العَرَبِيَّةِ، فإنَّ بها يعزُّ اللهُ دينكم، وَيُفْتَحُ لَكُمُ الْبِلَاد. رواه الهيثمي في مجمع الزوائد رواه الطبراني وقال النسائي: الحديث ضعيف قال يحيى بن حمزة: إنما قال ذلك رسول الله صلى الله عليه وسلم لأنها كانت إذ ذاك على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم فأما اليوم فقد صارت عدة وقوة لأهل الإسلام.
Abdullah İbni Bişr (Radıyallahu Anh)’den: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayber günü “Farisi yayı lanetlenmiştir. Onu taşıyan lanetlenir. Siz kana ve Arap yaylarını alın çünkü Allah onunla dininizi yüceltir ve beldeler fethettirir.” Buyurdu.
Yahya İbni Hamza dedi ki: Bu Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında böyle idi. Çünkü o zaman müslümanlar yeteri kadar vüçlü değillerdi. Bu gün ise güçlüler.
عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ إِسْحَاقَ قَالَ قُلْتُ لأَبِى جَعْفَرٍ : مُحَمَّدِ بْنِ عَلِىٍّ : مَا كَانَ فِى الصَّحِيفَةِ الَّتِى كَانَتْ فِى قِرَابِ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ كَانَ فِيهَا :” لَعَنَ اللَّهُ الْقَاتِلَ غَيْرَ قَاتِلِهِ وَالضَّارِبَ غَيْرَ ضَارِبِهِ وَمَنْ تَوَلَّى غَيْرَ وَلِىِّ نِعْمَتِهِ فَقَدْ كَفَرَ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى مُحَمَّدٍ صلى الله عليه وسلم “.
Muhammed İbni İshak’tan; şöyle dedi: Ebu Cafer Muhammed İbni Ali’ye dedim ki; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kınındaki sahifede ne vardı? Şöylededi: “Katilden başkasını öldürene darp edenden başkasını darp edene Allah lanet etsin! Kendisini veli nimeti olan (bakıp besleyen) efendisinden başkasına nispet eden köleye Allah lanet etsin! Muhakkak ki o Allahın Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’e İndirdiğine (vahyettiğine) inanmamıştır.”
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ النَّبِىَّ - صلى الله عليه وسلم- قَالَ ”لَعَنَ اللَّهُ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ غَيَّرَ تُخُومَ الأَرْضِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ كَمَهَ الأَعْمَى عَنِ السَّبِيلِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ سَبَّ وَالِدَيْهِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ تَوَلَّى غَيْرَ مَوَالِيهِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ .ثلاثاً “ ..
İbni Abbas (Radıyallahü anh)’den; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başkasının adına boğazlayana Allah lanet etsin, yeryüzünün alâmetlerini değiştirene Allah lanet etsin! Âmâyı yoldan saptırana (yolun alametini değiştireni) Allah lanet etsin! Allah anne babasına sövene lanet etsin! Kendisini efendilerinden başkasına nisbet eden köleye Allah lanet etsin! Allah Lut’un kavminin işini (livatayı) yapana (homoseksüele/travestiye) lanet etsin. Üç kere”
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ نَبِىَّ اللَّهِ - صلى الله عليه وسلم- قَالَ ” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ غَيَّرَ تُخُومَ الأَرْضِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ لَعَنَ وَالِدَيْهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ تَوَلَّى غَيْرَ مَوَالِيهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ كَمَهَ أَعْمَى عَنِ السَّبِيلِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ وَقَعَ عَلَى بَهِيمَةٍ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ “. ثَلاَثاً.
İbni Abbas (Radıyallahü anh)’den; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “yeryüzünün alâmetlerini değiştirene Allah lanet etsin! Allah’tan başkasının adına boğazlayana Allah lanet etsin! Anne babasına sövene Allah lanet etsin! Kendisini efendilerinden başkasına nisbet eden köleye Allah lanet etsin! Âmâyı yoldan saptırana (yolun alametlerini değiştirene) Allah lanet etsin. Hayvanlarla ilişkiye girene Allah lanet etsin! Lût’un kavminin işini (livatayı) yapana (homoseksüele/travestiye) Allah lanet etsin. Lût’un kavminin işini (livatayı) yapana (homoseksüele/travestiye) Allah lanet etsin. Lût’un kavminin işini (livatayı) yapana (homoseksüele/travestiye) Allah lanet etsin.” Üç kere.
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ ” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ غَيَّرَ تُخُومَ الأَرْضِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ تَوَلَّى غَيْرَ مَوَالِيهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ كَمَهَ أَعْمَى عَنِ الطَّرِيقِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ وَقَعَ عَلَى بَهِيمَةٍ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ عَقَّ وَالِدَيْهِ لَعَنَ اللَّهُ مَنْ عَمِلَ عَمَلَ قَوْمِ لُوطٍ “. قَالَهَا ثَلاَثاً
İbni Abbas (Radıyallahuanh)’den; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünün alâmetlerini değiştirene Allah lanet etsin! Kendisini efendilerinden başkasına nisbet eden köleye Allah lanet etsin! Âmâyı yoldan saptırana (yolun alametlerini değiştirene) Allah lanet etsin. Allah’tan başkasının adına boğazlayana Allah lanet etsin! Allah hayvanlarla ilişkiye girene lanet etsin! Allah anne babasına itaatsizlik edene lanet etsin! Allah Lût’un kavminin işini (livatayı) yapana (homoseksüele/travestiye) lanet etsin!” Bunu Üç kere söyledi.

عن علي بن أبي طالب قَالَ قال رسول الله صلى الله عليه وسلم ” لَعَنَ اللَّهُ مَنْ لَعَنَ وَالِدَهُ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ آوَى مُحْدِثًا وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ غَيَّرَ مَنَارَ الأَرْضِ “.
Ali İbni Ebu Talib (Radıyallahu anh)’dan: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Babasına lanet edene Allah lânet etsin! Allah’tan başkası için hayvan kesene Allah lanet etsin! Bid’atçı barındırana Allah lanet etsin! Ve yeryüzünün alâmetlerini değiştirene Allah lânet etsin!”
Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kişinin anne ve babasına lanet etmesi, büyük günahların en büyüğündendir.”
Denildi ki: Kişi, annesine ve babasına nasıl lanet eder? şöyle buyurdular: “Bir adamın babasına söver, O da onun babasına söver.. Anasına söver o da onun anasına söver.”
Kişi, kendi anasına ve babasına sövdürmemek için, hiç kimsenin ana ve babasına sövmemesi gerekir. Çünkü kendisini birinin anasına veya babasına hakaret eder veya söverse o da kendi anasına veya babasına hakaret edip söver. Onun için sabır ve tahammül göstererek, gayet soğukkanlı davranarak kimsenin annesine veya babasına küfretmemesi lâzımdır. Aksi halde aynı küfür ve hakaretleri karşı taraftan duyar ve bu süratle annesine veya babasına küfür ve hakaret ettirmiş olur.
Allah’tan başkası namına hayvan kesmek besmeleyi bırakıp da onun yerine bir putun veya haçın yahut Musa ve İsa (Aleyhisselâm)'ın veya Kâbe’nin ismini anmaktır. Bunların hepsi haramdır. ,Ve bunlarla kesilen hayvan yenmez. Velev ki kesen şahıs müslüman olsun. Besmele yerine bu sözlerden biriyle hayvan kesen ve ismini andığı şeyi ta’zim ile ona ibadet kasdeden kimse kâfir olur.
Alâmet diye tercüme ettiğimiz “Menâr-ul-Arz” yerin hudududur. Bu alâmetleri değiştirmek, hududunu nakledip kendi mülküne katmakla olur. Muhdis, bidatçı, yeryüzünde fesad çıkaran kimsedir.

عَنْ أَبِى الطُّفَيْلِ قَالَ قُلْنَا لِعَلِىٍّ أَخْبِرْنَا بِشَىْءٍ أَسَرَّهُ إِلَيْكَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم-. فَقَالَ مَا أَسَرَّ إِلَىَّ شَيْئاً كَتَمَهُ النَّاسَ وَلَكِنْ سَمِعْتُهُ يَقُولُ ”لَعَنَ اللَّهُ مَنْ ذَبَحَ لِغَيْرِ اللَّهِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ آوَى مُحْدِثاً وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ لَعَنَ وَالِدَيْهِ وَلَعَنَ اللَّهُ مَنْ غَيَّرَ تُخُومَ الأَرْضِ “. يَعْنِى الْمَنَارَ.
Ebu’t-Tufeyl’den rivayette (Şöyle demiş): Ali b. Ebi Talib’e: Bize Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in sır olarak sana bildirdiği bir şey haber ver! dedik Ali: O bana insanlardan gizlediği hiç bir şeyi sır olarak söylemedi. Lâkin ben onu:
“Allah’tan başkası namına hayvan kesene Allah lanet etsin! Bid’atçı barındırana Allah lanet etsin! Annesine babasına lanet edene Allah lanet etsin! Ve yeryüzünün alâmetlerini değiştirene Allah lanet etsin!” buyururken işittim, dedi
Hz, Ali’nin kızması dalâlet fırkalarından Râfîzîler’le Şiîler’in ve îmâmiyye taifesinin iddialarını iptal etmektedir. Evvelce de görüldüğü vecihle onlar Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in yerine Hz. Ali'yi halife tayin ettiğine dair vasıyyeti bulunduğunu iddia ederler.




son





Allah’ım bu amelimi benden kabul et, bunu ve bütün kitap çalışmalarımı, yazılarımı, araştırmalarımı, derslerimi ve gayretlerimi kıyamet günü mizanda hasenatım kıl. Bütün amellerimde ihlaslı kıl. Riyadan ve gösterişten sakındır. Sen her şeye kadirsin! Âmin.